Editör: Büşra Sanay
Yakın tarihte Türkiye: EuroBasket 2017, 2019 Dünya Kupası, 2020 Olimpiyat Elemeleri, EuroBasket 2022 Elemeleri ve şimdilik 2023 Dünya Kupası Elemeleri…
A milli erkek basketbol takımının son döneminde yer aldığı büyük turnuva ve elemelerin ortak noktası beklenti altı kalmak. Hem altyapı hem de üst yapı seviyesinde milli takımı takip edenler için son 4-5 yılın görüntüsü sürpriz değil. Uzun süredir sinyal veren kısırlığa seyirci kaldık.
Artık iki altın jenerasyonun doğru yaşlarda birbiriyle buluştuğu, gezegenlerin tek çizgi halinde dizildiği 2010 yılında olmadığımız ortada; alttan gelen bir altın jenerasyon da görünmüyor. Yine de 2017 yazından bu yana alınan sonuçlardan daha iyi bir isimler topluluğuna sahip Türkiye.
Bu yılın haziran sonu temmuz başında oynanan olimpiyat elemeleri, yıllardır değişik koç ve oyuncu gruplarının yaşattığı hayal kırıklığının son perdesi oldu ve “Neden hep biz?” sorusunun da cevabını bizlere aslında gösterdi. Cevap, Türkiye’nin performansından ziyade elemelere katılmış diğer takımların başarılarında gizliydi.
B ve C sınıfı oyuncu eksikliği
Modern uluslararası basketbol tarihi boyunca A sınıfı oyuncu eksikliği yaşamayan, NBA’de iz bırakan oyuncuları milli formayla izleyen Türkiye bugün de A sınıfı oyuncu anlamında sorun çekmiyor. Cedi Osman, Furkan Korkmaz, Alperen Şengün, Shane (Şahin diye seslenirseniz de dönüp bakabilir) Larkin gibi A sınıfı oyuncular milli takımı taşıyor. Ancak B ve C sınıfı diye değerlendirebileceğimiz, yine saygın takımlarda oynayan ancak elit tabakaya ait olmayan oyuncu havuzumuz daraldı, daraldı ve Haziran 2021’de, olimpiyat yolu hiç olmadığı kadar açıkken yola barikat oldu.
Devam eden NBA sezonu nedeniyle birçok ülkenin zirve oyuncularının gelmediği bir ortamda kadrolar Avrupa kupalarında boy gösteren takımların oyuncularından oluşuyordu. Bu durumda fark, B ve C sınıfı oyuncuları öne çıkan ülkeler tarafından yaratılacaktı ki, öyle de oldu.
Stefano Tonut ve Nico Mannion İtalya’nın, Patrik Auda ve Blake Schilb Çekya’nın, Maodo Lo ile Joshiko Saibou Almanya’nın olimpiyat biletlerinin matbu çıktısını alan isimlerdi. Lo haricindeki oyuncular EuroLeague’de mücadele etmiyor. Türkiye’deki muadilleri ise spot ışıkları altında görünmez oldu. Görünmezlik birkaç günlük bir turnuvayla sınırlı değil, sabit.
Milli takım maçlarını izlerken ikinci beşin sahaya girmesiyle izleyenlerin tansiyonun artması aynı ana denk gelmemeli. Basketbola ilgili ve para yatıran bir ülkenin milli takımında ikili oyun oynayabilen bir tane kısası olmamalı. Buğrahan Tuncer grip olsa maç kaybedecek bir konum, bu kadar afilli görünen bir milli takımla çelişiyor.
Bu yazıda çok değinmeyeceğim ancak taktik anlamda yetersiz antrenörlerin başarısızlıkta etkisi büyük. Sahada ne yaptığı anlaşılmaz takımları aynı zamanda seçme görevini de üstlenen antrenörler, bir Türkiye geleneği olduğu üzere soru işaretli kararlardan uzak durmadılar.
Basketbolu atmosfer tabakası gibi sarmalayan Türk basketbol ailesine giremeyen, ailenin şu veya bu sebeple onaylamadığı isimler kariyer performanslarını göstermedikçe milli formayı giyemedi. Tam aksine ailenin onayladığı isimler iki eli kanda olsa da milli takımda yer buldu. 28 yaşındayım ve adeta bir komite tarafından seçiliyor hissi uyandıran milli takımın bu anlamda farklı bir anını görmedim.
Son dönemin yanlış mantraları
Tanımı gereği her insanda bulunan bahaneler, teknik idarecilerin başarısızlıklar sonrası sığındığı doğal limanlara dönüştü. Jenerasyon geçişi ilk bahaneydi, onun son kullanma tarihi bitince uzun ömürlü ve duymak dahi istemediğim tecrübesizlik bahanesine geçtik.
Tamamı NBA oyuncuları, EuroLeague şampiyonları, EuroLeague rotasyonlarında önemli süreler alan, EuroCup ve BCL seviyesinde takım taşıyan oyunculardan meydana gelen ve zaten birbirini kah kulüplerden kah alt yaş milli takımlarından tanıyan bir kadronun spesifik bir sahnede birlikte oynamadı diye tecrübesiz addedilmesini reddediyorum. Başarısızlık sonrası açıklama yapmakla yükümlü başantrenörlerin anlamsız bir tecrübesizliğin arkasına saklanarak kendi yetersizliğini örtmesini reddediyorum. Hollanda, İsveç, Belarus gibi basketbol haritasında Türkiye’nin konumunu ancak hayal edebilecek takımlara kötü performanslarla mağlup olmanın sözde sebeplerini reddediyorum.
Kimse sorumluluk almayınca havada kalan başarısızlık kendi kendine yok olmuyor. Geçiş dönemi, tecrübesizlik, bir arada oynamama, gece elektriklerin kesilmesi gibi son dönemin yanlış mantraları da sempati uyandırmıyor. En büyük değişimler bazen bir kere ve samimi olarak “Yanlış yaptım” demekle başlar.
Güçlü bir havuz, rekabet sizi nerelere getirir?
Yazının içeriğini birkaç yıla sıkıştırmamak için takvimi geri saracağım. Modern dönemin en başarılı milli takım turnuvası 2006 Dünya Şampiyonası’ndaydı ve bu turnuvada altıncılık B ve C sınıfı oyuncularımızla gelmişti. 32 yaşındaki İbrahim Kutluay ve 20 yaşındaki Ersan İlyasova dışında A sınıfı ismi bulunmayan o takım Ender Arslan, Ermal Kuqo, Serkan Erdoğan, Engin Atsür, Fatih Solak, 1986-87’nin gençleri ve ismini bir çırpıda hatırlayamadığım dahasıyla B ve C sınıfı oyuncuların sırtında taşıdığı bir takımdı. Ve o takım tarihin en iyi Litvanyası (iki kez), Brezilya, Avustralya ve Slovenya’yı Türkiye dışında bir ülkede yendi. O oyuncu havuzundan bugün eser yok, gerçi havuz olsa da gelenek gereği zorunlu olmadıkça kullanılmayacak.
“Yine de 2017 yazından bu yana alınan sonuçlardan daha iyi bir isimler topluluğuna sahip Türkiye” cümlemle takip eden birçok cümlemin çelişiyor gibi görünmesi temelde milli takımın kontrolünde olmayan sebeplere dayanıyor.
Altyapılarda oyunun pozisyon alma, ayak çalışması, kalça kullanımı gibi belden aşağı kısmı öğretilmeyen, sadece pek azı öğrenmeye aç oyuncular, bulundukları Basketbol Süper Ligi takımlarında yardımcı aktör konumunda kalıyor. Aralarında Melih Mahmutoğlu gibi rekabete girerek kendini bir dönem geliştiren oyuncular var ancak büyük çoğunluk kritik anda yabancı oyuncuların öne çıkmasını izliyor ve dolayısıyla alışık olmadığı bir rolü milli takımda üstlenemiyor.
Bu sorunun çözümünü yabancı serbestisi ve doğru eğitim yerine yabancı kısıtlaması kolaycılığında bulanlardan fazla mı şey bekliyorum diye düşünüyorum tam da bu cümleyi yazarken.
Daha da uzatmadan Türkiye basketbolunu Moneyball filminde Brad Pitt ve Jonah Hill’in toplantı masasında karşı çıktığı heyet yönetiyor. Filmi mutlaka izleyin.
Hem tümevarım hem de tümdengelim
Bu kadar şikayet basketbolla sınırlı değil ancak basketboldan tümevarabiliriz. 1980’de dizayn edilmeye başlanan projenin sonucunu yaşıyoruz. Ve bu projenin özellikle bulandırılmış, fikirsiz akıllar yetiştirmeye odaklanan eğitim sistemi, Türkiye’yi herhangi bir sektörün dünya çapında B, C, hatta D sınıfı insanlarını çıkarmakta güçlük çeken bir konuma itti.
Hayata önde başlayan yetenekli gençler veya duvarı kafa atarak delebilenler belli noktalara gelirken haliyle sayıca az olan bu kısmı destekleyecek insan kaynağı ülkenin en büyük iki sorunundan biri. Hülasa, konumuz basketbol olduğu için basketboldan bahsediyoruz ancak bu yazıyı tümdengelim ile de okuyabilirsiniz, buradan tümevararak da.
Sonuç olarak (bu sefer gerçekten), toplumu yakıp kavuran bir sorun basketbol arenasında kendi lig takımlarında öne çıkmaya alışmamış yan parçalar; yetersiz, ne planladığı belirsiz antrenörler, altyapıda oyunun inceliklerini veya oyunu öğrenmeyi öğrenmemiş oyuncuların gelişim eksikliği sonucu daralan oyuncu havuzu olarak kendisini gösteriyor. Yaptığı işi ve o işte nasıl daha iyiye gideceğini öğrenmeyi bilen, tarih yazmayan, enerji kaynakları övülmeyen, konumuz gereği basketbol oynayan gençlere ihtiyacımız var. Şimdi değilse ne zaman?