Şimdi bunları düşününce her şey çok çılgınca geliyor ama bu yazıyı yazdığım şu anlarda resmen kariyerimin 22. yılındayım. Basketbol beni dünyanın her yerine götürdü. NBA’de yaşadığım ve çok gurur duyduğum hatıralarım var ama sanırım 2004’te Arjantin’in kazandığı zafer hepsinden bir adım önde.
Uluslararası camiada herkes Amerika eşleşmesini kendilerinin ne kadar iyi olduklarını görmek için kullanıyor. Bu benim için de geçerliydi elbette. Amerika’yla senede iki kez yaptığımız maçlardan birini ben de nerede hata yaptığımı veya neyi iyi yaptığımı tespit etmek için kullandım. 1999’da olimpiyat elemelerinde, Porto Riko’da Amerika Birleşik Devletleri’yle karşılaştık. Kendimi ezilmiş hissediyordum. “Ben basketbol oynamalı mıyım?”sorguluyordum.
Dalga geçiyormuşum gibi gelebilir size ama durum o kadar kötüydü. 1999’da onlarla rekabete girmeye hazır değildik. O zaman Vin Baker’ı savunuyordum. Benden beş santim uzun ve on sekiz kilo kadar fazlaydı. Üstümden ilk smaç vurduğunda gerçekten beni dünyanın dışına göndermişti. Üstüne doğru uçmuştum adeta, ki ben bizim takımdaki en uzun adamım, ona rağmen sanki küçücükmüşüm gibi beni yerle bir etmişti.
“Bu adam benden güçlü.” diye düşündüm.
Başka bir sette ise üçlük için şuta çıktı. “Yok artık bunu da atamaz.” dedim. Zaten benim üzerimden uçuyordu ve bir de üçlüğü varsa ben bitmiştim. O zaman gerçekten üzerine düşünmem gereken şeyler olacaktı.
Üçlüğü soktu.
“Tamam!” dedim. “Bu adamlara rakip bile olamam.”
Fakat bizim takımımız demirden yapılmıştı. Biliyorduk ki sonraki maçlar bundan çok daha fazla rekabet içinde geçecekti. O zamana dek zaten takımın büyük çoğunluğu çok uzun zamandır birlikte oynuyordu ve her şey gayet doğaldı. Herkes rolünü biliyordu. Arjantin tarihindeki en yetenekli oyunculardan kurulu takım olmamızın da bir sakıncası yoktu.