Günümüz basketbolu hakkında makaleler, yazılar, videolar internette ve dergilerde çokça mevcut. Bu yazı dizisini yazma amacım günümüz basketbolunu incelemek veya yorumlamak değil, NBA’i son bir kaç yılda takip etmeye başlamış insanlara biraz olsun o eski zamanlara damga vurmuş basketbol takımlarını tanıtmak, bu takibi eskiden beri yapanlara da o güzel günleri anımsatmak. Haydi bir 12-13 yıl geriye gidelim.
Orta okulda, hobi arayışında bir çocukken başladım NBA macerasına. O dönem basketboldan çok futbol hayranıydım fakat yavaş yavaş değişen karakterimle birlikte zevklerim de değişmeye başlamıştı. NBA’i ara ara takip ediyordum ama futboldan basketbola kalıcı olarak geçişim Türkiye’deki futbol kültürü (kültürsüzlüğü) sayesinde gerçekleşti. O gün Lig Tv’de ‘Futbol Magazin’ vardı. Futbolcularla röportajlar yapılıyor, başlarından geçen hikayeler anlattırılıyordu. Gariptir, beni NBA kültürüne yaklaştıran kişi tuttuğum takımın o zamanki yıldızı Tümer Metin oldu. Kendisinin hiç bir suçu bulunmamakla birlikte televizyonda o sırada jeneriklik hareketleri gösteriliyordu Tümer’in. Hareketler enfesti fakat programda bir gereksizlik, bir saçmalık vardı. Programda gösterilen klas hareketler eşliğinde hüzünlü aşk parçaları çalıyordu ve ben futbolun sunum şeklinin böyle olmasından inanılmaz rahatsız olmuştum. Amor’undan tutun da Kenan Doğulu, Candan Erçetin’ine kadar nargile cafe müziklerinin hepsi bu programdaydı ve ne hareketler, ne de bu spor ile hiç uyumlu durmuyordu. Müzikler kötü değil, yersiz ve zamansızdı. Bir süre sonra kanalı değiştirdim, NBA Tv’yi açtım. Orada da aynı şekilde jenerikler gösteriliyordu fakat olay, hava, sunum tamamen farklıydı. Tim Hardaway çocuklarla birlikte ağaçtan ev yapıyordu, işbirliği teması vurgulanıyordu, daha sonra Stackhouse ‘I can fly’ şarkısı eşliğinde uçtu, Kevin Garnett çevrilen kitap sayfalarıyla birlikte gözümüzün önünde büyüdü ve olgunlaştı. Anladım ki burası farklı bir evrendi ve bu evrende işler bambaşka yürüyordu. İşte o gün bu kültürün bir parçası olmaya karar vermiştim. Bu kanalda beni çeken, öğrenmek istediğim çok şey vardı. NBA organizasyonu sınırlarında kaldığım sürece mutlu kalacağım mesajını almıştım bir kere, o günden sonra NBA’in sürekli ve sıkı bir takipçisi oldum. (İlerleyen zamanlarda ilgim, sadece NBA ile kalmadı, Avrupa basketboluna da sıçradı bunu da belirteyim.)
NBA izlemeye başladığımda sene 2001’di ve ilk olarak Timberwolves beğenimi kazanmıştı. Televizyonda neredeyse ikiz gibi gözüken Kevin Garnett ve Joe Smith işbirliğinden çok etkilenmiştim. Billups da o sene oradaydı ve Szczerbiak’ın da iyi oyunuyla sahada esiyorlardı. Bir süre sonra playoff’lar başladı. Ambiyans, takım oyunu, yıldız oyuncunun takımı için önemi, topu efektif paylaşma gibi kavramların başarıyı getirdiğini gördüm. Başarıya giden ve playoff’lara kalan 16 takımın diğer 13’üne göre daha iyi yaptığı ve barındırdığı özelliklerdi bunlar. Fakat bu 16 takım içinde bir takım vardı ki bu saydıklarıma yıldız oyuncunun sahaya katkısı dışındaki hiçbirisini içermiyordu. Timberwolves kadar iyi bir takım değillerdi. Tamam, bu takımda da takım oyunu vardı fakat eşitlik yoktu, efektif top paylaşımı vardı fakat topu elde tutma süresi takım içindeki statüye oranlıydı. Denedikleri yol 2000 Philly’den halliceydi, tıpkı onlar gibi başarı parametrelerindeki tabuları belli bir ölçüde yıkıyorlardı. Gittikleri yolun sonunda kimseye örnek olamadılar fakat kendileri oldular. Boston Celtics’e bakalım.
O zamanlar genç ve oyununun zirvesinde olan Paul Pierce takımın lideriydi ve ona forvette Antoine Walker yardım ediyordu. Aslında temel hikaye bu. Nasıl 2001’de final oynayan Sixers çok yetenekli bir oyuncunun etrafına kurulmuş uyumlu parçalar bütünüyse bu takım da bu iki adamın eline bakıyordu, gerisi iyi niyetli yardımcı oyunculardan kuruluydu. Oyuncu özellikleri olarak bakacak olursak, Kenny Anderson takımın veteran ilk beş guardıydı ve hücumları başlatıyordu. Yorulduğu zaman yerine giren Tony Delk daha kötü pasör fakat daha enerjik ve daha iyi bir şutördü. Takımın iki numarası ve neredeyse herşeyi Paul Pierce, 1’e 1 oynar, perdelemeden çıkıp şut atar, kendinden çoğu zaman fiziksiz olan savunmacılarını sırtına alır ve bir şekilde skoru üretirdi. Pierce oyundan pek çıkmazdı (40 dk. ortalama), çıktığında yerine o zamanlar çömez olan Joe Johnson girerdi. Johnson o dönem şutu ile değil savunması ile ön plana çıkmaya çalışmıştı. Başarısız olduğunu söylemek mümkün değil çünkü çok süre almazdı ve takım içinde istediği şekilde şut kullanma yetkisi yoktu. Kısa forvet pozisyonu içinse iyi bir şutör olan Walter McCarty yerine savunmada işler puding kıvamına dönmesin diye Eric Williams’ı başlatmayı uygun görmüştü Jim O’Brien. Pota altına her baktığında Antoine Walker’ın yüzünü gören bir antrenörün Eric Williams kararını ben çok da sorgulamıyorum. Karşı tarafa mı kendi takımına mı patlayacağı belli olmayan formunun zirvesinde bir Antoine Walker uzun forvet pozisyonundaydı ve hem sırtı dönük hem yüzü dönük potaya hücum edebilen Pierce dışındaki tek Celtics oyuncusuydu Walker. Pierce yorulduğunda işleri devralır, üçlüğü potaya yollamaktan çekinmezdi. Şutları sorgulanabilirdi, ama bu takımda sorgulanmazdı. İstenen oyun oynanamadığında ise alçak post’ta topu alır ve 1’e 1 oynayabilirdi ayrıca kötü bir ribaundcu değildi. Takımın pivot rotasyonunda ise ribaundcu ve blokçu Tony Battie ile iri kıyım Rodney Rogers vardı. 2008’de geçirdiği motorsiklet kazası sonucu felç kalan ve benim içimi parçalayan Rogers, iri fiziği sayesinde içerde kendine yer açabiliyordu ayrıca orta mesafe şutu da epey etkiliydi. Mark Blount ve Eric Strickland da o dönem kadrodaydı ancak iyi süre alamadılar. Özetleyecek olursak Tony Delk ve Kenny Anderson oyunu başlatırdı, Pierce, Walker, McCarty ve Rogers atardı, Tony Battie ve Eric Williams da isabetsiz şutlardan kalan artıkları toplardı. Böyle anlatmak en iyisi çünkü Celtics’te anlattığım bunca özelliğe rağmen hücum sade ve basitti. Pierce’a mid-post’ta pick yapılması gerekiyordu, gerisi buna göre şekillenirdi. Eğer screen’den çıktıktan sonra Pierce uygun durumdaysa orta mesafeden şut kullanır veya fake atar penetre ederdi. Tercihen Walker’ın yaptığı bu pickten çıktıktan sonra gerek görürse takımın uzunu Tony Battie veya Rodney Rogers’tan bir pick daha istiyor, içeri giriyor yardım gelince de pas rotasyonunu başlatıyordu. Bunların hiçbirisine pick and roll diyemeyiz çünkü Celitcs hücumunda roll pek düşünülmezdi. Düşünülse de muhtemelen görülmezdi zaten. Pick’ten sonra başlayan oyunda pas rotasyonunda boştaki kişiler Walker, Delk veya Rogers ise top potaya atılırdı, değilse genellikle penetre edilerek skor bir şekilde bulunmaya çalışılırdı. Savunmada ise hücumdaki kadar bile kafa yormaya gerek görmemişti Antrenör Jim O’Brien. Tony Battie içerde caydırıcı güç olarak durur, Walker maç kızışmışsa veya o sırada canı isterse ribaunda yardım eder, Pierce hücumda yorgun düşmemek için geri çekilmezse istekli olabilirdi. Yani savunma olabildiğince sayı yemeyip aynı zamanda hücumda da diri kalmak için bu şekilde geçiştirilirdi. Hatta Celtics’in o zamanlardaki iç saha maçlarında galiba en iyi savunmayı Celtics taraftarı yapıyordu.
İyisiyle kötüsüyle Celtics böyle bir takımdı. Bu düzen içinde batıda iş yapmalarının imkansız olmasına rağmen doğuda üstte kalabiliyorlardı ve bir sefer New Jersey Nets’e karşı doğu finali bile oynadılar. Takım oyunu olabildiğince vardı, inanılmaz bir yüzdeyle şut atamıyorlardı fakat takımın süre alan oyuncuları elleri ısındıkça maç içinde iyi şutörler haline gelebiliyordu. Liderlik eden iki oyuncuya, iyi bir takım kimyasına, köklü bir kulüp geçmişine ve kazanmaya alışmış ateşli taraftar grubuna sahiptiler, ayrıca Paul Pierce tıpki Larry Bird gibi işler sıkışınca vites arttırıyordu. Bu düzen ile işlerin sürekli sıkıştığını düşünürsek Celtics için büyük bir artıydı bu. O dönemki Celtics’i sevmeyenler olabilir fakat benim gözüme her zaman maça tutunmaya çalışan, sabırlı bir şekilde düzenden kopmayan, çok iyi savunma yapmamalarına rağmen inatçı bir takım olarak gözükmüşlerdir. Her Celtics gibi (şu anı saymıyorum) bu Celtics de bir karakterdi. Oyuncuların yüzlerine baktığımda kendilerine ve birbilerine inandıklarını görebiliyordum, ayrıca o sırada sürekli benzer takımları izlediğimi düşünürsek alışılagelmiş oyun disiplininden bu kadar farklı bir basketbolu bu zemine yansıtan, sevimsiz Antoine Walker’ı bile sevimli hale getiren bu takıma ilgi duymamak o dönemde imkansızdı benim için. Umarım kolay unutulmazlar.
Yazı: Sarp Gökçe