Sporda ve basketbolda 2021-22 sezonu, uzun zaman sonra nihayet ‘pandemiden azade’ bir biçimde başladı. Başladı başlamasına ancak dumanın dağılmasıyla birlikte sürecin altında bıraktığı tatsız sonuçlar da iyiden iyiye görünür oldu. Bu manzarayı tekrar tekrar tasvir edip iç karartmaya gerek yok ancak kabul etmeliyiz ki durum pek de iç açıcı değil. Basketbolun ticari kanadının, pandemi öncesinde de süregelen dramatik kan kaybı devam ediyor.
Endüstrinin ticari kanadında yer alan odakların sürecin içinde kaybolmak, ezberlere hapsolmak gibi kronik bir alışkanlığı var. Bununla birlikte ‘spor geçmişine sahip olmanın’ total bir idare başarısı getirebileceğine dair yarı yarıya dolu, yarı yarıya da boş bir inanç var. Yarı yarıya diyorum çünkü böyle bir arka plan, işin ‘sportif’ kanadını idare etmede son derece verimli sonuçlar getirebileceği gibi, ‘ticari’ kanatta maalesef aynı etkiyi yaratmıyor. Bu alanı kanatlandırabilecek profesyonellerin yetiştiği saha, parkeden farklı.
Bir Not
Bir şirket olan NBA, kendisini ‘A Global Media and Entertainment Company’ olarak tanımlıyor. Bu tanımda basketbol yok. Yaklaşım tamamen ilgi çekici, değer yaratmaya müsait bir içerik yaratmak üzerine kurgulanıyor. Bu işin bu kanadını da bir zamanlar çok iyi şut atan efsanevi oyuncular değil, kariyeri süresince NBA’in yanı sıra F1, Premier League gibi spor etkinliklerinde ya da bambaşka bir sektörde benzer pozisyonlarda çalışabilen (ya da çalışmış) profesyoneller tutuyor.
Koca koca nesilleri yetiştiren ezberci bir sistem, değişim karşısında gerekli dinamik ve kreatif reaksiyonu veremeyen başarısız profesyoneller yarattı. Dünyada değiştirilmesi en zor şeyin insan alışkanlıkları olduğunun farkındayım ancak hitap ettiğiniz tüketici kitlesi radikal ve hızlı bir değişim erozyonuna bu denli uğramışken hiçbir olumlu netice vermediğini göre göre aynı ezberleri sürdürmek, sürecin içinde kaybolmaktan başka bir şeye yaramıyor. Öyle veya böyle bir nesil büyüdü, değişti, söz sahibi oldu, oy kullanma hakkı elde etti, katma değer üretmeye başladı ve dolayısıyla ticari potansiyel arz eden birer tüketici konumuna erişti. Bugün Türk siyaseti bile ‘Z Kuşağı’na uyum sağlayamamanın sancısı içerisinde trajikomik çırpınışlar gösterirken temel takipçilerinin (ve dolayısıyla tüketicilerinin) %70’inden fazlasını 17-27 yaş aralığındaki gençlerin oluşturduğu (data yalan söylemez) bir organizasyonun ticari kanadı olarak bu değişime duyarsız kalma lüksümüz yok.
2000’lerin başında Napster ortaya çıktığında müzik sektörü geleneksel bir muhafazakarlıkla kalelerini müdafaa etmeye çalışıp seneler sonra çaresizce iTunes’un öncülüğünü yaptığı dijital müziğe teslim oldu. Bundan birkaç yıl sonra dijital medya hegemonyasına karşı kibrini koruyan konvansiyonel medya tabanı delinmiş bir gemi gibi su almaya başladı. Son birkaç yılda sosyal medyanın kendi ikonlarını yaratmasıyla birlikte nesillerce fırtına gibi esmiş şöhretli, yenilmez televizyon çocukları çaresizce çırpınıp influencer’lara sallayan tuhaf demeçler vermeye başladı ve şimdi, gençlerin eğlenebilecekleri yepyeni birçok trend, ‘salona gelip maç izlemelerini bekleyen’ kim varsa hepsini tenha bir köhneliğe doğru sürüklüyor.
Direnmek isteyen buyursun. İşe yaramayacak.
Acı reçete der ki…
Daha açık konuşayım. Yakın zamanda bir basketbol maçına gittim. Bu bana bilet ücretiyle birlikte gidiş-dönüş metro yolculuğu ve birkaç saate mal oldu. ‘Ne var ki bunda?’ demeyin. Klasik yaklaşıyorsunuz. Ben (tıpkı sizler ve diğer herkes gibi) artık hiç olmadığım kadar konforlu ve hatta şımarığım. Bana evde, oturduğum yerde dahi ‘eğlence’ adı altında sunulabilen yüzlerce içerik varken klasik yaklaşımın ‘cüzi’ gösterdiği bu bedeller belki ağır gelmiyor ancak yerlerine koyabileceğim çok fazla alternatif var.
Üstelik bu yeni alternatiflerin hepsi ucuz, kolay erişilebilir ve kullanıcı dostu şeyler. Netflix ve türevlerini içeren, büyük hacimli ve kaliteli televizyonların erişilebilir fiyatlarla hemen her eve girdiği bir noktada sinema hasılatları pek tabi düşüyor. Spor da bu eğlence çeşitliliğinden nasibini alacak.
Uzatmayayım, acı reçete der ki, ‘’Eğlenebileceğim bu kadar fazla şey varken ‘yalnızca basketbol izleterek’ beni salona kadar getirtip saatlerce orada tutamazsın, sıkılırım.’’ Bugün küresel futbol çevreleri bile maçları 90 dakikadan 60 dakikaya çekme fikrini tartışıyor.
Bakınız, ben bu kadar ‘die-hard basketball fan’ olmama rağmen o maçta sıkıldım. Düşünün, ben basketbolu kutsal düzeyde kanıksayıp sevmiş biriyim! Sahada oynanan basketbol maçı dışında beni eyleyebilecek hiçbir şey olmadığı gibi, beni rahatsız eden bir sürü şeye (küfür, tehdit, tribün kargaşası) dahi şahit oldum. Ben, bu halimle bunlara zor katlanırken bir baba ailesini, çocuklarını neden basketbol maçına getirsin ki?
E kusura bakmayın, onlar gelmezse de tribünler dolmaz.
(Dipnot: Tribün doldurma çığırtkanlığı yaparak yukarıda hicvettiğim ‘klasik’ ve ‘ezber’ yaklaşımı gösterdiğimin farkındayım. Katma değerin salt bilet satışı ile yaratılan bir şey olmadığını pek tabi biliyorum. Tribün doldurmayı burada sembolik bir tasvir olarak kabul buyurun.)
Eee… Yani?
Basketbol taraftarını dört kademeli bir piramit gibi düşünün. En tepedekiler ağır basketbolsever (ya da takım fanatiği) profiller. Bunları maça getirmek için ‘maç var’ demeniz dahi yeterli. Ancak diğer üç grubu (spora ve basketbola ilgili olup daha seyrek aksiyon alanlar ≥ spora ve ilgisi olup denk geldikçe bakanlar ≥ spora ilgisi olabilecek ancak henüz buna denk gelememiş, potansiyel tüketiciler) içeri çekmek istiyorsanız onlara sunduğunuz tek şey bir basketbol müsabakası olamaz. Basketbol içeriğini (top, çember, takım, renkler, taraftar romantizmi vs.) bir kenara bırakıp ‘Bu etkinliği nasıl diğerleriyle rekabette üst sıraya çekecek, tercih edilecek bir eğlenceye dönüştürebilirim?’ fikrine kafa yormak, böyle yaklaşmak gerek. Basketbolu hiç bilmeyen, ilk kez bir basketbol maçına gelen birileri dahi ertesi gün, bir önceki gün gittiği muhteşem şeyi sağda solda ballandıra ballandıra anlatıp, bir sonrakini iple çekiyor olmalı. Bir etkinliğin başarı kriteri bence en yalın haliyle budur.
Pekala… Böyle karmaşalar içerisinde sakinleyip basit düşünmek, işin temeline dönmek iyidir. Basketbolun ticari kalkınması için tablodaki her şeyi silip baştan başlayalım. İlk soru şu: bir basketbol maçı ne için var? Bir aile, neden bir basketbol maçına gitmeli? O salonun içinde, o ekranın başında ya da takip edilmesi önerilen o sosyal medya profilinde neler var?
Eğer basketbolun ticari kalkınması parantezinde konuşacaksak onu basketbol ya da spor çerçevesine hapsetme şansımız yok. İşe üç boyutlu bakmak gerekirse basketbolu o hafta sonu o şehirde var olan tüm etkinlikler içerisinde ‘en tercih edilesi etkinlik’ seviyesine çekmek için salonu, ekranı, sosyal medya hesaplarını, billboard’ları ve o şehrin insanlarına dokunan mecraları basketbolu dahi aşabilen bir içerikle doldurmamız gerekiyor.
Özetle…
Bu yazıyı neden yazdım biliyor musunuz? Artık üç boyutlu bakma şansımız da yok. O devir kapandı. Çünkü hitap ettiğimiz kitle pandemi ve karantinanın da pekiştirdiği bir sürecin ardından dördüncü boyuta geçti. Artık bir tüketicinin tercih edebileceği içerik için ‘şehre’ çıkmasına gerek yok, oturduğu yerde onu eyleyebilecek çok şey var. Bunca alternatif içerisinde zamanlarını, bütçelerini, eforlarını, ilgilerini basketbola çekebilmek için artık dördüncü boyuta geçmek zorundayız.
Bunun için de her birimizin, kendi bünyesine bir ‘iletişim makinesı’ kurup işletmesi gerek, o da başka bir yazının konusu.
Bir Örnek
Belki rastlamışsınızdır, yakın zamanda ‘Balloon World Cup’ diye bir organizasyon ortaya çıktı ve büyük ilgi gördü. Şimdi YouTube’u açın, bu turnuva kapsamında oynanmış herhangi bir ‘Balon Düşürmeme Yarışı’nı seyredin ve bu seyir esnasında kullandığınız filtre tamamen ticari ve teknik olsun. Hangi sponsorlar var, yayın operasyonu nasıl yapılıyor gibi şeyler… Sonra da içerik odaklı bakarak sahadaki sporcuların ‘aslında ne yaptıklarına’ dikkat kesilin. Alt tarafı iki kişi, bir balonu (bildiğimiz balon) düşürmemek üzere yarışıyorlar. Onu nasıl köpürttüğünüz, en az içeriğin kendisi kadar değerlidir.