”Muhammad Ali, benim ve bütün Afro-Amerikanlar’ın büyük ağabeyi oldu.” | #çeviri

Kareem Abdul-Jabbar: ”Muhammad Ali benim ve bütün Afro-Amerikanların büyük ağabeyi oldu.”

Muhammad Ali ile ilk tanıştığımda, Hollywood Bulvarı’nda sihir numaraları yapıyordu. Benim ise UCLA’de ilk yılımdı ve onu çevresindeki hayranlarından oluşan küçük kalabalıkla takılıp, el çabukluğu illüzyonları yaparken gördüğümüzde okuldan iki arkadaşımla yürüyorduk. 1966 yılıydı ve Ali, -benden sadece beş yaş büyük- işaretini dünyanın en genç ağır sıklet şampiyonu olarak vermişti. Bir sonraki yıl, unvanı ‘‘Benim Vietnamlılar ile hiçbir derdim yok, onlar beni hiçbir zaman zenci diye çağırmadı.” diyerek Amerikan ordusuna katılmayı reddedince silinecekti. Dünyanın yarısı, onun ilahilerle överken, diğer yarısı ise meşaleleri yakıp, bıçakları bilemeye başlayacaktı.

Ve işte o buradaydı; dünyada hiçbir sıkıntısı yokmuşçasına sokakta rahatça takılıyordu. Sanki kendi yaptığı sihir numarasından habersiz, insanları eğlendirmekle meşguldü. Onun sihri sadece yaptığı basit numaralarda değildi; ama kalabalık bir odada ya da yoğun bir bulvarda olsun, herkesin dikkatini kendisine çekmekti ve bir kere dikkatlerini çekti mi, onları asla hayal kırıklığına uğratmazdı. Çevrende ne kadar insan olursa olsun, sadece ona odaklanırdınız. Dışarıya taşan bir güveni, belirli bir güveni ve reddedilemez bir neşesi vardı, sanki dünya ve kendisinin iyi bir çift olduğunu biliyormuş gibi.

Büyük bir hayranı olarak ona utanarak merhaba demek için yaklaştım. Eğer kim olduğumu bilseydi, bunu asla ifşa etmezdi. O arkadaşça, nazik, çekiciydi. Sonra bir anda tembel bir rüzgar esintisi, sabit bir akış gibi bulvardan uzaklaştı. Bir doğal afetti; asil ama durdurulamaz.

Üçümüz, bir şampiyonla tanışmanın ne kadar havalı olduğundan konuşarak başka yere yürüdük ama bu, benim için Los Angeles’ta herhangi bir ünlüyle karşılaşmaktan daha fazlasıydı. O ve Rafer 1960 Olimpiyatları’nda altın madalya aldıklarından beri, Muhammed’i 13 yaşımdan itibaren takdir ediyordum. Rafer dekatlonu domine ederken, Muhammed de bir ağır sıklet ışığı olarak galip gelmişti. Benim için, onlar yeteneğin, gücün ve siyahi bir atletin zarifliğinin somut halleriydi. Bana kendimi daha fazla zorlamam için ilham oldular.

Muhammad’ın gelecek yıllarda bendeki etkisi- 13 yaşından o bulvarda tanıştığımız güne kadar- sadece atletizm ile bağlantılı değildi. Boks dünyasını sadece ringdeki reddedilemez dominosyunuyla fethetmemişti; ama aynı zamanda bir zamanlar P.T. Barnum’un dediğinin aksine, ”Kendi reklamını yapmayanlar çok kötü bir şeye maruz kalırlar… Hiçbir şeye!” Kendi reklamını yapma sanatında uzmanlaşmıştı. Muhammad kurnazca, kralın soytarısını oynamanın bir sonucu olacağını bilmesine rağmen tersine, utanmadan ve acımasızca övünüyordu! Bazı beyazları o kadar kızdırmıştı ki o beyazlar bu kibirli çocuğun geldiği yere dönmesi için tonla para saçabilirlerdi.

O yer, o zamanın siyahileri için, onlara herhangi söylenen bir yerdi. Tabii sporcular ve eğlence sektöründekiler yetişkinlerle aynı masaya oturabilirlerdi ama diğer herkes için mücadele hala emekleme aşamasındaydı. Bir kere o masaya oturdun mu siyahiler için şans ardı ardına gelirdi. O yüzden eğer akıllıysan ve iyi bir kariyere sahip olmak istiyorsan koyu renk başını aşağı, ağzını kapalı tutmalıydın ve arada ne kadar şanslı olduğuna şükretmeliydin.

Ama Muhammad için değil.

Ring ya da dışında, o bir savaşçıydı. Ringde, bir sporcu olduğu kadar aynı zamanda  bir iş adamıydı. Ring dışında bir adalet şampiyonuydu- ve korkunç bir iş adamı. Onun 1964’te İslam dünyasına girişi, eninde sonunda dinsel bazı faktörleri de sebep gösterip Vietnam Savaşı’na gitmeyi reddederek ”vicdanım kardeşimi ya da daha koyu renkli birini silahla vurmaya el vermiyor” dediğinde ağıt sıklet unvanının 1967’de silinişine sebep olacaktı. Bu ona beş yıl hapis, 10,000 dolar para cezası, üç yıllığına ringlerden men edilmesine ve  boks lisansının Amerika tarafından iptaline mal oldu. (1971’de cezası, yüksek mahkeme tarafından sekize sıfır oy ile iptal edildi) En verimli dönemlerinin birisinde milyonlarca dolar kazanabilirken üç yıllığına fiziksel olarak hiç dövüşmedi çünkü bir prensip için oradaydı.

Ben onun fiziksel hareketlerini takdir ederken esas olarak o, benim prensiplerini rol model olarak benimsediğim birisiydi.

Muhammad ile bir sonraki karşılaşmamız büyük çoğunluğunu kolej öğrencilerinin ve profesyonel sporcuların olduğu müsrif bir Los Angeles partisindeydi. Bir sürü USC ,UCLA ve Dodgers takım üyesi de partideydi. Muhammad’ı parti boyunca kelebek gibi uçarken gördüm, yalnız bu sefer kimseyi arı gibi sokmuyordu, bütün kadınlarla flört ediyor ve erkekleri büyülüyordu. Sanki bir takım iğnenin arasından geçmeye çalışan bir mıknatıs gibiydi.

Tipik sakar ve güvensiz bir ilk yıl öğrencisi gibi, yerimden kalkarak müzik grubu ara verdiğinde, müzik aletlerine bakmaya gitmiştim. Babam bir jazz müzisyeniydi ve beni bir sürü müzik çevresi ile tanıştırmıştı, o yüzden belirli bir yeteneğim olmasa bile müziğe karşı bir tutkum vardı. Yavaş bir ritim tutturarak davulları çalmaya başlamıştım ki, birden elinde gitarla Muhammad yanımda belirdi. Muhammad’ın kişisel fotoğrafçısı Howard Bingham, bizi kendi aramızda takılırken hemen biz poz alarak fotoğrafımızı çekti.

O akşamdan sonra Muhammad benim hayatımda bir büyük ağabey rolü üstlendi. Savaş çağrısını protesto etmesini konuşmak üzere beni Cleveland’da bir toplantıya davet etti. Orada basketbol efsanesi Bill Russell, büyük NFL sporcusu Jim Brown ve bir sürü Cleveland Brown oyuncusu vardı. Çağrının ilk günlerinde savaşa o kadar karşı çıkan yoktu. Siyahi insanlar ilk protesto edenlerdi, çünkü sadece siyahilere ilk olarak çağrı gelecekmiş ve savaşa gitmek zorunluymuş gibi geliyordu. Üniversiteye gitmeye parası yetmeyenler ve zaten öğrenci kredi borcu olanların ise zaten çok az seçeneği vardı. Savaş çağrısı daha fazla beyazları ve orta sınıf insanı kapsamaya başlayınca savaşa karşı çıkanların sayısı da giderek arttı. Kendimizi güçsüz hissediyorduk, özellikle de Muhammad kendini çağrı listesine alınmaya kabul ettikten sonra, hiç savaşmamış olacaktı ve hala milyonlarını kazanmaya devam edebilirdi. Onun yerine, hareketlerinin cezasıyla, tek başına yüzleşmeyi tercih etti.

İşte o zaman, Muhammad’ın sadece bana değil, bütün Afro-Amerikan dünyasının ağabeyi olduğunu anladım. Ne zaman bir bağnazlık ya da adaletsiz bir durum oluşsa, kendini düşünmeden gönüllü olarak karşı çıkmaya hep hazırdı. O, çizgi roman kahramanı Kara-Panter’in Amerikan versiyonu gibiydi.

Ortak sevgi ve saygımıza rağmen Muhammad ile ben her zaman aynı yolda değildik. Üniversitedeyken onun Harlem’deki konuşmasını dinlemeye gitmiştim. Sonrasında beni bir yemeğe çıkararak İslam Dünyası’nın lideri Louis Farrakhan ile tanıştırmıştı. O zamana kadar üye alım yemeklerinin ne olduğunu anlayacak kadar çok yemeğe katılmıştım ve bunun nereye doğru gittiğini anlayabiliyordum. Hiçbir şekilde katılmaya niyetim olmasa da Muhammad’a olan ilgim ve saygım o kadar büyüktü ki yemekte kalmaya ve dinlemeye karar verdim. Halbuki benim İslam ile ilgili filizlenmekte olan ilişkim, katı bir şekilde ruhani bir ilgiydi. Oysa İslam Dünyası daha çok politik bir kuruluşa benziyordu. Ben, sosyal adaletle ilgili olan uğraşımı, dinimin gerekçelerinden ayrıştırmak istiyordum.

Muhammad, benim katılma isteğini reddedişimden hiç alınmadı. (1975’te, İslam Dünyası’nı Sunni İslam’a kucak açmak için terk etti) Yıllar boyunca sosyal ve politik olaylarda bir sürü fikir ayrılıkları yaşadık, ama bunların hiçbiri arkadaşlığımızı etkilemedi. Yazdığımız kitaplarda, beraber sunduğumuz yardım gecelerinde ve şampiyona gecelerinde birbirimizi hep destekledik.

Birçok genç insan bugün Muhammad Ali’yi, vücudu Parkinson’dan durmadan sallanan kambur bir adam olarak tanıyor olabilir ama ben ve milyonlarca beyaz ve siyahi Amerikalı onu bir zamanlar bütün dünyayı sallamış bir vücut olarak tanıyoruz. Şimdi onun sayesinde çok daha iyiyiz.


Orijinal kaynak | Muhammad Ali

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

İlgili Haberler