Marka sporcular yaratmak: Profesyonel kariyer yönetimi

Marka sporcular yaratmak: Profesyonel kariyer yönetimi

11 Nisan 2014…

Keyifli bir cuma sabahı, ofisteyim.

Ağzımda günün ilk kahvesi ile birlikte bir önceki gün NBA kariyeri boyunca yedi şampiyonluk kazanmış Robert Horry ile yaptığımız keyifli sohbetin tadı var. Çözümlenip röportaja çevrilmiş hali o dönemde çıkardığımız Fanatik e-Gazete’de yayında. Biraz heyecanlı, çıtır keyifli, inceden de şaşkınım.

Telefonum çalıyor… Alo’dan sonrası NBA yazan bir basketbol muhabirini epey afallatabilecek türden:’Ahmet kardeşim, ben Hikmet Karaman!’’

Hikmet Karaman mı? Şimdi daha da şaşkınım.

Hikmet hoca kısa bir girizgah ve gurur okşayan bir tebriğin ardından arama sebebini ifade ediyor: ”Sorduğun sorular ve Horry’nin cevapları, bizim sporculara anlatmak isteyip de zorlandığımız şeyler.”

Sporcular
Robert Horry’i 2014’te Istanbul’da oynanacak Fenerbahçe Ülker – San Antonio Spurs maçının lansman sürecinde ağırlamıştık.

Merak edenler için o röportajın internet baskısı burada ancak maalesef buradaki içerik olarak çok kısıtlı. Tüm sayfayı kaplayan o esaslı sohbetin (görselde) derinliklerinde, Horry’nin daha ziyade sporcular arası rekabeti radikal bir üslupla irdelediği sıkı çıkışları vardı. O dönemde bugünkü adıyla Basketbol Süper Ligi (BSL) için güncel ve popüler bir tartışma konusu olan yabancı sınırının kaldırılması hususu gündemdeydi ve sanırım Hikmet Hoca da Big Shot Rob’ın bu konuyla ilgili ”Pasaportuna bakılmaz, daha iyi olan formayı alır’’ minvalindeki sözlerinden bahsediyordu.

Obradovic demişti ki…

Boğazın diğer yakası… İki hafta kadar önce Zeljko Obradovic, İzzet Türkyılmaz’ın da formasını giydiği Fenerbahçe’deki ilk EuroLeague sezonunu, iç sahada alınan korkunç bir Milano yenilgisi ile Top 16’da elenerek tamamlamış. İlk kez çalıştığı Türkiye ve Türk sporcular ile ilgili muhakkak derinlemesine bilgi ve fikirleri var ancak onların sıklıkla yer aldığı bir çevrede çalışma tecrübesini ilk kez yaşadığı bir sezonu geride bırakıyor. Fenerbahçe’yi deyim yerindeyse kafasına vura vura üst üste beş sezon EuroLeague Final Four’a götürecek o hızlı ve öfkeli ZOC’nin fitili, o gece 82-73 kaybedilen o maçla birlikte ateşlenmiş. (Bu arada o gece absürt skeç tadında bir şey yaşandı, merak edenler. yazının sonunda bonus kısmından okuyabilirler.)

Sporcular
‘’Bir gün yeniden bu formayı giymek, bu taraftarın önünde, bu salonda bu maçlara çıkabilmek için her şeylerini verecek ancak ne yaparlarsa yapsınlar bunu geri getiremeyecekler.’’

Hoca o dönemde tarihe not düşülesi çok şey söyledi ancak bu yazı özelinde aklımda kalan bir tanesi var. Kendisi de eski bir basketbolcu olan Obradovic, bir maç sonunda oyuncularını eleştirirken şöyle söyledi: ’Bir gün yeniden bu formayı giymek, bu taraftarın önünde, bu salonda bu maçlara çıkabilmek için her şeylerini verecek, ancak ne yaparlarsa yapsınlar bunu geri getiremeyecekler.’’

O dönemde 27 yaşındaydım. 20’li yaşlarda biri olmak nasıl bir şey biliyordum. Bu yıl 36’ya bastım ve koçun bu sözü, şimdilerde daha belirgin şeyler ifade ediyor. Hiçbir genç sporcuyu 20’li yaşlarını ‘20’li yaşlarında biri gibi yaşadığı için’ suçlayıp eleştiremem. Kimse yapamaz. Hepimiz o yaşlardan geçtik ve onların sahip olduğu yetenek, şöhret, başarı ve ekonomik değerler kadarını kazanmamış, büyük ölçüde sıradan kimseler olarak yaşadık üstelik. Buna rağmen geriye dönüp baktığımızda hemen hepimiz ‘Bugünkü aklım olsa’ diye başlayan tonla cümle kuruyoruz.

Bazı şeyler yaşanmadan öğrenilemiyor, kabul. Nush-kötek ilişkisinin kötek tarafını tutmuş bıçkın delikanlılardık birçoğumuz, ona da eyvallah. Ağzı olan konuşuyor mu? Konuşuyor, doğru. Ama şu yazıyı okuyan, genç bir sporcuysanız size bir ağabey tavsiyesi: Size rehberlik edebileceğine inandığınız, yetkin ve olgun birkaç büyüğünüzün sözlerini dinleyin. Elinizden geldiğince, olabildiğince…

Ve hatta…

Neyse, gelececeğiz.

Bugün çok konuşacağım, zannederim ki pek azınız tamamını okuyacak bu yazının. Bize de onlar lazım zaten.

Evet, bugün biraz “profesyonel kariyer yönetimi” konusunu konuşacağız.

Hoş geldin, necip okuyucum.

Ateşten gömleği taşımak

Bu konuları ne zaman konuşacak olsam Jay Williams’ı hatırlıyorum. 2002 NBA Draftı’nın iki numarası. Bugünlerde onu bir podcast’e konuk aldığınızda program içeriğinin efsanevi bir NBA kariyeri olması gerekirdi. Oysa o podcast’in konusu (niyeyse bulamadım, belki de kaldırtmıştır, bulabilen varsa paylaşsın) ”Nasıl her şeyi mahvettim’’ olmuştu. NBA’deki ilk yılının ardından kariyerine son veren bir motosiklet kazası geçiren Williams, o röportajda ”20 yaşındasınız, hesabınıza iki haftada bir 500 bin dolar yatıyor ve Chicago gibi bir şehirde billboard’ları, binaları süslüyorsunuz. Bunu taşımak çok zor’’ demişti.

Kariyeri süresince ya da kariyeri sona erdikten sonra mahvolan başkaları da yok değil. Kumar ve hızlı yaşam sevdasıyla kazandığı şampiyonluk yüzüğüne kadar satmak zorunda kalan Antoine Walker, alkolizmin pençesinde kıvranıp dibi gördükten sonra çevre desteğiyle hayata dönerek kendine küçük bir Starbucks şubesi açan Vin Baker aklıma gelen ilk örnekler…

NBA kariyeri boyunca 100 milyon dolardan fazla kazanan Vin Baker’ın Starbucks’ta barista olacağı kimin aklına gelirdi ki? (Görsel: Foodbeast.com)

Bu ve benzeri birçok tecrübe, NBA’e “Çaylak Oryantasyon Programı” (Rookie Transition Program) fikrini getirdi. Bugün 20 yaşında 20 milyon dolara sahip olup cüzdan taşımayı bilmeyen birçok NBA çaylağı, bu programdan geçerek yeni hayatlarını nasıl yaşayacaklarına dair incelikleri öğrendikleri, etraflı bir programa tabi tutuluyorlar.

Tabii bu daha çok NBA’in kendi marka değerini korumak için oluşturduğu bir tedbir aslında. Günün sonunda her zerresinden yetenek, şöhret ve para fışkıran bu çocukların her birinin yaşantısını tek tek kontrol altında tutacak değiller. NBA, kendi marka değerini koruyacak kadarını yapıyor. Ondan sonrası, oyuncunun (ve çevresindekilerin) kendi vizyonuna ve iç disiplinine, zihinsel gelişim grafiğine kalıyor.

”LeBron, yoga yapacak mısın?”

Yeniden geçmişe gidelim… Yine 2014, iki ay sonra… LeBron James, Miami’deki son sezonunu oynadığından kendi dahi bihaber belki de. Öte yandan kendisine ‘The Decision’  gibi berbat hatalar yaptıran, gençlik dönemi toyluklarına da ufak ufak uyanmaya başlamış, olgunlaşıyor. NBA Finali’ni kaybetmeye doğru giderken (Spurs 2-1 önde ve saha avantajını yeniden kaybeden Heat içeride yeniden kaybederse işler iyice sarpa saracak) kişisel bakımı ve kariyer yönetimi ile ilgili yazılıp çizilen içerikler halen sınırlı (birkaç ay sonra epey bir şeyler yazılıp çizilecek) sayılabilecek düzeyde. Ona soru sormak üzere mikrofonu elime aldığımda 180 civarı atan nabzımın merak ettiği şey, James’in kesinlikle kazanması gereken bu maç öncesi özel bir zihinsel hazırlık yapıp yapmayacağı. Zira yakın zamanda bu tip teknikleri kullandığını okumuşum. James nazikçe cevaplıyor:

Şüphesiz, duymayı beklediğim cevap bu değildi. Çünkü biliyorum ki Michael Jordan’ın tahtını sallayabilecek yegane iki kişiden biri olabilmek için bildiğimizden çok daha fazlasını yapıyor. Aylar, yıllar sonra çıkacak makaleler, James’in kendi kişisel bakımı için yıllık 1.5 milyon dolar harcadığını ifade edecek. James’in kişisel antrenörü, kondisyoneri, masörü, aşçısı, diyetisyeni, uyku koçu, yoga eğitmeni ve daha nicesi var.

Birkaç hafta sonra…

Yine telefonum çalıyor. Psikoloji ve felsefe çıkışlı olup hipnoterapi üzerine özel ihtisas yapmış bir dostum, LeBron James’e sorduğum soruyla bir hayli ilgileniyor ve buluşup detaylıca sohbet ediyoruz. O sohbette öğreniyorum ki Tiger Woods’tan Michael Phelps’e kadar alanında lider birçok sporcu, hipnoterapiyi aktif olarak kullanmakla birlikte dillendirmekten de pek haz etmiyor. Malum, toplumlardaki hipnoz algısı bugüne dek filmler, diziler ve çizgi filmler yoluyla bir hayli sulandırılarak anlatılmış, ciddiyetsiz bir vaziyette. Belki de Woods, Phelps, Alonso gibi şampiyonlar bu yüzden istemiyorlar dillendirmeyi, kim bilir? Bu tip konulara açık ve meraklı biri olarak o günden bu yana motivasyon ve toparlanma amacıyla sıklıkla kapısını çalıyor, hipnoterapinin tüm nimetlerinden memnuniyetle faydalanıyorum. Tavsiye ederim.

Hayat ne tuhaf şey… Zaman nasıl da su misali akıp yolunu buluyor. Yıllarla yoğrulmuş parçalar vakti geldiğinde nasıl da birleşip adına tecrübe dediğimiz anlamlı bir resmi işliyor. Nasıl mı? Yıllar yıllar sonra, geçen hafta telefonum yeniden çalıyor. Yıllardır EuroLeague’in en iyi beyaz yakalılarına ev sahipliği yapıp bu alanda sıkça ödüllendirilen Anadolu Efes’teki günlerinden tanıdığım Gökhan Taşdivar, uzun zamandır ‘niye böyle bir şey yok ki’ diye hayıflandığım Max Potential Pro’yu müjdeliyor.

Uzun uzun anlatmayayım ama bu start-up, ne yaptığını iyi bilen profesyonellerin, son derece mantıklı bir yol haritasıyla yola koyulup yatırım aldığı, akıllıca bir girişim. Kısaca özetlemek gerekirse: Doğru sporcuyu derin parametrelerle seçip her yönüyle ona rehberlik ediyor ve potansiyelini en üst seviyeye taşıması için gerekli tüm profesyonel desteği (tutun ki diyetisyeninden kondisyonerine, yaşam koçundan psikoloğuna, finans yönetiminden yatırım danışmanlığına kadar) sağlıyorlar.

Doğru model budur değildir, orası başka tartışma konusu. Ancak şu 84 milyonluk ülkeden, dünya çapında sporcular yetiştireceksek bu tip profesyonel girişimlerin varlığı şart. Bu satıra kadar karaladığım şeylerin söylediği her şeyin tek cümlelik bir özeti olacaksa o da şu: Yalnızca bir kariyeriniz olacak ve ona dair tüm unsurları en verimli şekilde yönetmek, potansiyelinizi ve kazançlarınızı maksimize etmek kadar doğru bir şey yok.

Dilerseniz yapmayın, bu da bir tercih. Ama hemen aşağıya konduruverdiğim iki alıntıyı da unutmayın:

Johan Wolfgang von Goethe ölüm döşeğinde… ‘Geriye dönebilsen neyi değiştirirdin’ diye soruyorlar ve şu cevabı veriyor: ‘’Olabileceğim ama asla olmadığım adam olmak isterdim.’’

***

’Hayatta kullanılmamış potansiyel kadar büyük bir ziyan yoktur.’’

Carl Gustav Jung

***

Doğru ata oynamak

Buradaki potansiyel algısının fiziki, teknik ve sportif potansiyel ile sınırlı olmadığının altını çizmek istiyorum. Üst seviye rekabetçi sporcuların yalnızca bir kez kat edecekleri tek yönlü kariyer yolculuklarının sonunda birer dünya markası haline gelip tüm potansiyellerini maksimize etmiş olmalarından kastımız yalnızca saha içi ile sınırlı değil. Hayatı ıskalamakla savurganlık arasındaki dengeyi bulmuş bir tasarruf disiplini, bu tasarrufun sağladığı kaynakların en kazançlı yatırımlarla değerlendirilmesi, kariyer sonrası hedef ve süreçler için gerekli altyapının hazırlanması, sosyo-kültürel gelişim, zihinsel gelişim, genel iletişim stratejileri, sosyal sorumluluk hareketleri, kriz yönetimi, özel yaşam disiplini, ticari fırsatların yaratılması, sponsor iletişimi ve idaresi, markalaşma…

Bu kalemler çoğaltılabilir. Hidayet Türkoğlu sahada efsane olurken birileri hala dilimizde dolanan “istese Atom Mühendisi bile olabilirdi” reklam metnini yazıp tasarladı ve onu Sprite’ın reklam yüzü yaptı; Shaquille O’Neal bir taraftan NBA’i domine ederek milyonlar kazanıp bir yandan çılgınca yaşarken birileri de onun tasarrufları ile ‘Benim Hikayem’ kitabının (okumadıysanız tavsiye ederim) sonunda sıraladığı ve ağzımı açık bırakan (ve günün sonunda Shaq’ı sporculuk kariyerinden sonra muhteşem bir iş adamına evrilten) devasa yatırımları yaptı. Birileri rahmetli Kobe Bryant’ı Body Armor’a yatırım yapmaya ve emekli olacağı o efsanevi Utah maçından sonra sahanın ortasında konuşurken omzuna Body Armor havlusu koymaya ikna etti; o dönemde 6 milyon dolar olan hissenin değeri geçen hafta 400 milyon dolar olarak rahmetli Bryant’ın eşi ve çocuklarına döndü.

Reebok Allen Iverson’ı marka yüzü olarak seçerken AI’ın yaşam biçimi ve çevresindeki riskleri öngörerek  tüm kontrat bedelinin bir kısmını AI’ın emekli olduktan bir süre sonrasına kadar dokunamayacağı bir fon olarak bloke ettirip özünde Iverson’ın olan o parayı ‘zorla’ AI’ın cebinde tuttu ve sporcusuyla beraber markasının da değerini korudu. Dirk Nowitzki NBA’e Alman 2. Ligi’nden gelen 2.13’lük beyaz, Avrupalı bir çocukken onu NBA tarihinin en skorer 6. Oyuncusuna taşıyan yolculuk süresince arkasında onu özel olarak çalıştıran Holger Geschwindner vardı.

Daha sayayım mı?

Sporcular

Bunlar tesadüfen olmuyor. Siz sahada, antrenmanda, GYM’de sportif potansiyelinizi maksimize ederken, birileri de saha dışında size vekaleten bu süreçleri üstlenip sizi ikiye, üçe, dörde katlayıp marka haline getiriyor.

Yeter ki karşılıklı olarak her iki taraf da “doğru ata” oynasın.

Eksi değil artı

Ne yazık ki birçok sporcumuz, geleneksel menajerlik müessesesi ile birlikte basit görsel iletişimi veya görüntüyle sınırlı PR’ı profesyonel kariyer yönetimi zannedip, bir süre sonra umduğunu bulamayarak bu kapıyı kapatıyor ve bu eğilimden soğuyor. Daha kötüsü, o noktadan sonra o sporcuyu yeniden bu kapıyı açmaya ikna etmek neredeyse imkansız. Kamuoyunda oluşan olumsuz algı da cabası… Üstelik sporcularda kendilerini bir marka olmaya taşıyacak insan kaynağı yatırımını yapmanın nakit israfı olabileceğine dair bir şüphe var. Elbette her profesyonel eforun bir karşılığı var ve bu insanların size bir maliyeti olacak. Ancak doğru rotayı izler, doğru insanlarla çalışırsanız bu bir harcama ya da gider kalemi değil, bilakis haneye artı yazdırabilecek, var olan potansiyeli katlayıp yeni katma değerler üretmenizi sağlayabilecek isabetli yatırımlardır. Yani size eksi değil, artı yazarlar.

Bu işlere gönüllü profesyonellerin en büyük şikayet konusu ise ‘çocukların bu olgunlukta düşünemiyor olmaları’ndan ibaret.

E tamam, meselenin çıkış noktası da bu ya zaten, değil mi?

Son söz…

Rahmetli Kobe Bryant birkaç röportajında kazandığı onca şeye rağmen nasıl bu kadar motive ve hırslı kalabildiğine dair sorulara sahip olduğu her şeyin tadını emekli olduğunda doya doya çıkarabileceğini ifade eden yanıtlar vermiş, o gün gelene dek ilk günkü azim ve kararlılıkla çalışarak kariyerini maksimize etmek adına yapabileceğinin en iyisini yapacağını vurgulamıştı. Bu sözü tutmaya Kobe’nin ömrü vefa etmedi belki, ancak haklıydı.

Gençler, hayatı ıskalamayın ancak ‘yalnızca bir kez yaşanıyor’ dediğiniz şey, yaşınızla sınırlı olmasın. Kariyerlerinizin her bir günü de yalnızca bir kez yaşanacak. Obradovic yine haklı çıkacak. Ve korkmayın, hayat 35’ten sonra da çok güzel ve keyifli. Hızla akıp giden yılların ardından bir gün gelecek, üzerinizde antrenman, kamp, deplasman, maç, diyet vb. baskıların olmadığı, her şeyin tadını rahat rahat çıkarabileceğiniz hür bir yaşantınız olacak. Bu seviyede kariyerler için olağanüstü zahmetlere katlanıyor, çok büyük fedakarlıklar yapıyorsunuz. Saha dışı süreçleri de aynı titizlikle ele alıp bu askerliği en iyi şekilde tamamlamaya, daha da önemlisi anlamlandırmaya, zenginleştirmeye bakın. Tezkereyi alıp geriye baktığınızda ‘keşke’ dediğiniz hiçbir şey olmasın.

Çünkü her şey gibi bu da yalnızca bir kez yaşanacak.

Sevgiler,

Ahmet Melik SUBAŞI

@ahmetmsubasi

BONUS

Bu uzun yazıyı okuma zahmet gösterdiyseniz hala beni şaşkınlık, dehşet ve şimdi düşününce kahkahaya boğan bir Obradovic anısıyla teşekkür edeyim.

Yazıda bahsettiğim Milano maçı esnasında, basın tribününde 40’lı yaşlarında bir kadın yanıma oturdu. İsmi ve kurumu bende kalsın ancak ilk (ve son) kez gördüğüm bu kişi, epey güçlü bir akreditasyonla o tribüne girmişti ve o gün o salonda var olan her şeye tamamıyla yabancıydı. Laf aramızda biraz da tuhaf biriydi. Maç boyunca onlarca, tonlarca soru sordu. Her birini sabırla (keşke sabrım yalnızca bununla sınanmış olsaydı) ve nazikçe cevaplayıp onu bilgilendirmeye çalıştım. Yunan bir dostunun Obradovic’e büyük bir hayranlık duyduğunu ve maç sonrası koçla fotoğraf çektirip ona jest yapmak istediğini söyledi. Hocanın, atmosferin ve durumun ciddiyetini ve o güne özel şartlar alında ne denli imkansız bir şey istediğini, ne yaparsam yapayım anlatamadım. Hoca maçın sonlarına doğru oyundan ihraç edilecek kadar çıldırmış, takım da o gece EuroLeague’e Top-16’da havlu atmıştı. Maç sonunda koridordaydım ve Ankara’ya döneceğini, bir daha buraya yolu düşmeyeceğini söyleyen o kadıncağıza o fotoğrafı istemenin ne kadar çılgınca bir şey olduğunu son kez anlatmaya çalıştım. Tabi ki de dinlemedi.

Bir süre bekledi ve beklemekten sıkıldığında, hocanın sakinleşmek için şimdilerde Utah Jazz’de göğsümüzü kabartan yardımcısı Erdem Can’la birlikte girip kimseyi sokmadığı bir odaya çat kapı girdi! Birkaç saniye süresince içeriden gelecek sesi kapıdan içeriye bir torpil atıp kapıyı kapatmışım gibi bir hisle bekledim. Saatler sürdü gibi hissettiren birkaç saniyeden sonra kapı açıldı ve kadın başını dışarı uzatıp beni çağırarak fotoğrafı çekmemi rica etti. Bembeyaz bir suratla içeri girdim. Konuyla alakasız biri gibi davranıp kısık sesle bir ‘’pardon, özür dilerim’’ diyebildim. Ben alelacele fotoğrafı çekip çıkmaya çalışırken kadın, pancar gibi kıpkırmızı bir suratla oturup objektife boş gözlerle bakan hocaya ‘’Smile’’ diyordu. Hocanın sinirleri bozuldu ve gülmeye başladı. Erdem Hoca desen isyanlarda… Erdem ağabey bu satırları okuyorsan şu an aynı kahkahayı paylaşıyoruz. Vallahi benim bir kabahatim yok.

Ahmet Melik Subaşı
Ahmet Melik Subaşıhttp://TrendBasket
2006 yılında kurduğu internet sitesi ve forum üzerinden dünyada ilk kez, bugünkü adıyla Basketbol Süper Ligi'ne (BSL) sağladığı canlı skor hizmeti ve ağıyla adını duyuran Ahmet M. SUBAŞI, geride kalan 15 yılı aşkın kariyer yolculuğu süresince çeşitli dergi, gazete, radyo ve TV kaynakları için çoğunluğu NBA ekseninde olmak üzere içerikler üretti. 2014’te NBA’in basın ağırlama programı kapsamında playoff ve finalleri yerinde takip etmek üzere ABD'ye davet edilen Subaşı, 2015-2018 yılları arasında Türkiye Basketbol Federasyonu'nda Medya ve İletişim Sorumlusu olarak görev alırken eş zamanlı olarak NBA'in Türkiye'deki iletişim ve içerik faaliyetlerine de danışmanlık yaptı. Halen “NBA Basketball School” ve “The NBA Exhibition” gibi global NBA operasyonlarının Türkiye ve Avrupa'daki faaliyetlerinde aktif roller alan Subaşı, TBF'deki iş geliştirme odaklı yaklaşımıyla TrendBasket'in de dahil olduğu dijital kaynakların basın tribünlerine akredite edilmesi gibi süreçlere öncülük etmişti.

Yazarın Diğer Yazıları

Spor iletişimi ve verimlilik – Lüks değil şart

Spor iletişimi ve verimlilik | VERİMLİLİK LÜKS DEĞİL, ŞART! Daralan ekonominin basketbola etkileri ürkütücü seviyelere...

Basketbol iletişimi ve pazarlamasında dördüncü boyut

Sporda ve basketbolda 2021-22 sezonu, uzun zaman sonra nihayet ‘pandemiden azade’ bir biçimde başladı....