Bir sene sonra Lakers ikinci kupasını bu sefer Philadelphia’da kazandı. Shaq’ın önderliğinde tüm takım DMX’in “Party Up” şarkısının nakaratını söylerken soyunma odasının bir köşesinde şampanyadan sıçrayan köpükten bir öbek oluşmuştu. Tüm takım şarkı söylüyordu. Uzak köşede, tek başına ve düşünceli bir şekilde oturan Kobe hariç.
Tüm o gösterişinin ve havasının altında hep bir hassaslık sezmiştim. Kobe adamların ligine genç bir çocuk olarak gelmişti. Çocukluğunu İtalya’da geçirmiş kültürlü bir banliyö genci olarak. Oyunun tarihindeki en güçlü uzunun yanında kendine yer edinmeye çalışan fazla atılgan bir Michael Jordan klonu olarak. Kendisinden daha büyük takım arkadaşlarının sık sık kapısını aşındırdığı gece kulüplerinden uzak duran hafif içine kapanık bir birey olarak.
Kobe genç yetenekten süper yıldıza doğru evrildiği süreçte dahi ilk zamanlar hiç kolay olmamıştı onun için. Yirmili yaşlarının başındaki her genç gibi o da hem saha içinde hem de saha dışında kendine bir yer edinmeye, bir kimlik oluşturmaya çalışıyordu. Shaq’ın coşkun hallerine kendini daha yakın hisseden yaşça büyük takım arkadaşları sessiz sakin Kobe ile bağ kurmakta zorlanıyordu.
Ancak Kobe’nin bu bağlara çok ihtiyacı vardı.
Bir öğleden sonra bana “Howard golf oynuyor musun?” diye sordu turnuvanın yayınlandığı televizyonu işaret ederek. “Hayır, sen?” dedim. “Hayır,” dedi ve “uzmanı olamayacağım hiçbir şeyi oynamam.” diye ekledi. “Yani basketbolda uzmansın?” dedim. Cevabı “kesinlikle” oldu. “Kesinlikle.”
“Kesinlikle” Kobe’nin en sık verdiği cevaplardan biriydi. Röportajlarda da cömertçe kullanırdı. Bugüne dek tanıdığım en özgüvenli insan için muhteşem bir sözlü ifade. Kobe bir sonraki Jordan olacağını düşünüyor muydu? Kesinlikle. Trilyon tane kupa kazanabilir miydi? Kesinlikle. Shaq olmadan bir takıma liderlik edebilir miydi? Kesinlikle. Tüm zamanların en iyilerinden biri olarak tarihe adını yazdırabilir miydi? Kesinlikle.
Kobe lige geldiğinde tüm bunların onun kaderinde olduğunu düşünen olmuş muydu? Kobe hariç hayır.
Elbette Lower Merion’da bir fenomen olması normaldi. Harika hareketleri, olağandışı içgüdüleri ve gözle görülür bir basketbol becerisi vardı. Ama Kobe hiçbir zaman en hızlısı, en güçlüsü, en uzunu olmadı. Vince Carter daha yükseğe zıplardı. Allen Iverson daha hızlıydı. Tracy McGrady daha uzundu.
Kobe’yi diğerlerinin önüne koyan şey yoğun isteği ve tamamen odaklanmış olmasıydı. Kimse ondan daha çok veya daha uzun süre çalışamazdı. Kimse onun kadar çok maç kasedi izlememişti. Hayatım boyunca tanıştığım hiç kimse yaptığı işe ondan daha çok kendini adayamazdı. En iyisi olmaya.
İlk yıllarında Jordan’ı kendine model aldığı için, hareketlerini hatta ses tonunu taklit ettiği için eleştiriler onu sürekli yerden yere vururdu. “Ne kadar küstah! Ne cesurluk bu!” Evet, Kobe bunların hepsiydi. Ve ayrıca hem tarz hem yaklaşım olarak Jordan’a en yakın kişi de o oldu. Bunun ne kadar zor olduğunu biliyor musunuz? Jordan olması beklenen ne kadar çok varisin bu kıyaslamadan kaçtığını biliyor musunuz? Kobe bunu tamamen kabullenmişti.
Kobe’nin neredeyse tüm gün spor salonunda olduğuna dair etrafta dolaşan hikayeler? Hepsi doğru. Ya tatiller? Hiç tatil yapmazdı. Bir keresinde tüm bir yazını boş bir spor salonunda, etrafa sandalyeler koyup sanki onlar savunmacıymış gibi davranarak tek başına çalışarak geçirdi. Potaya ulaşmak ve basket atmak için çeşitli hareketleri çalışıyordu. Bu hikayeyi bir başkası hakkında duysanız şüpheyle yaklaşırsınız. Ya Kobe ise söz konusu? Doğru olduğundan eminsiniz. Kesinlikle.