Yas tutarken Kobe’nin agresif tutkusunu, adanmışlığını ve hem basketbola hem ailesine karşı beslediği o saf sevgiyi kutlayacağız. Atletik özelliklerini hatırlayacak ve bunları öveceğiz. Tüm sayılarını (ve o şutlarını!), tüm son saniye anlarını, Shaq’a, Fox’a, Fisher’e ve Gasol’e attığı pasları, aldığı tüm ödülleri, pankartları ve yüzükleri, etrafa saçılan o güzel konfetileri…
Ben ise onun insanlığını hatırlayacağım. (Ve biliyorum, Kobe’nin bu tarafının hikayesi en az geri kalanı kadar karmaşık) NBA yıldızları hayatlarını bir cam fanusun içinde yaşıyorlar. Kazandıkları her zafer, attıkları her yanlış adım kaydediliyor, çerçeveleniyor ve saklanıyor. Bir Lakers yıldızı içinse durum bunun yüz katı. Ün her şeyi çarpıtıyor.
Kobe’nin zaman zaman bununla başa çıkamadığını gördüm. Takım arkadaşlarını kendine yabancılaştırdığını, akrabalarını kendinden uzaklaştırdığını, asık suratlı ve dünyadan kopuk birine dönüştüğünü gördüm. 2000’lerin ortalarında ortaya çıkan Kobe bu. Dişlerini sıkmış, çenesi dışarıda, otoriter ve acımasız, Mamba.
Ancak ilk zamanlarında tanıdığım Kobe sıcak, çekici, entelektüel bir şekilde meraklı ve bireysel iletişim kurmaya çok hevesliydi. “Howard, bana ihtiyacın var mı?”
İki ablası Shaya ve Sharia’nın antrenmana onu izlemeye geldiği günü ve gururlu küçük kardeş Kobe’nin heyecanla onları benimle tanıştırdığı günü unutmayacağım.
Lisedeki koçunun onu ziyaret ettiği gün muzip bir şekilde hocasını bana “İşte bana pas vermemeyi öğreten adam” diye tanıtmasını unutmayacağım.
2000 senesindeki o Haziran akşamında Staples Center’daki bir antrenör sehpasında şampanyaya bulanmış bir şekilde ve yüzünde koca sersem bir gülümsemeyle otururken sarıldığı genç kadını kast ederek “Howard tanıştırayım, bu Vanessa.” demesini unutmayacağım.