İyiler mutlaka kazanır…
Bu slogan yapılan her işin bir ahlaki gereksinimi olduğunu, bu gereksinimi karşılayanların karşılamayanlara koşulsuz üstünlük kuracağını anlatmaktadır ve günlük yaşantımızda zaman zaman karşımıza çıkar. Eğer bu slogana kalben inanıyorsanız Detroit Pistons’ın 80’lerdeki ‘Bad Boy’ ekolü hakkında pek bilginiz yok demektir.
Takım sporlarında iyi ve uyumlu karakterleri toplamak sizin için altın kural ise…Evet evet…Siz Pistons’ı gerçekten hiç tanımamışsınız. Detroit şehrinde koşullar kötüdür, sloganlar ise bambaşka…Soru da şöyledir; Kazanmak için ne kadar ne kadar kötü olabilirsiniz?
Lig tarafından aşırı mücadeleci hatta çizgiyi aşarak kavgacı olarak tanımlanan bu takım 81 draftında 1. tur, 2. sıradan gelen Isiah Thomas’ın etrafında yapılanıp kısa süre içinde Bulls, Lakers ve Celtics gibi ezeli rakiplerinin nefret odağı haline geldi. Bahsi geçen ekip öyle bir ekip ki, çoğunluğun siyahi olduğu, demirlerin bağırış çağırış içinde yukarı aşağı kalrırıldığı, herkesin sert görünmeye çalıştığı 2 metrelik devler diyarında bile kötü çocuklar olarak anıldılar.
80’lerin sonuna gelindiğinde Basketball kelimesini iyiden iyiye Basketbrawl’a (basket-güreşi) çevirmiş, rakiplerini çeşitli agresifliklerle sindiren Detroit şehrinin kötü çocukları şampiyonluğu kovalamaktaydı. Bu ekolü içeride Bill Laimbeer, Rick Mahorn, John Salley ve Dennis Rodman gibi üst düzey mücadeleci oyuncular temsil ediyor, koç Chuck Daly’de zaten Pistons hücumlarını savunmadan başlatan bir zihniyete sahip olduğu için takımda bu tip oyuncular olmasına destek veriyordu. Rakip hücum ettiği sırada onlara normalden daha fazla sertlik gösterip dirençlerini kırmak Pistons’a hücumda inanılmaz bir mental üstünlük sağlıyor, maç ‘kim daha çok sayı atacak’ sorusundan ‘güreşte kim ayakta kalacak’ sorusuna evriliyordu. İçeriye giren oyunculara vurulan sert baltalar, dikkatsizce surata doğru sallanan kollar, 1’e1’de rakibin pozisyon alamaması için yapılan faulle karışık itiş-kakış kirli Pistons basketbolunun vazgeçilmez ögelerindendi. Sahada sergilenen bu tavır maç içinde Pistons’ın güçlü yanlarını ortaya çıkartmakla kalmıyor genellikle rakibide kavga etmenin veya bıkmanın eşiğine getiriyordu. Zaten istenende az çok bu kaotik ortamı yaratmaktı. Bu tip gergin ortamlarda daha başarılı olan Pistons basketbolu, Jordan’lı Bulls’a bile ‘Jordan Rules’ adını verdikleri, Jordan’a bir an olsun rahat vermeyen, ona meydan okur bir tavır sergileyen, tercihen ikili sıkıştırmaların olduğu bir sistemi sahaya yansıtarak 2 sene art arda diş geçirdi.
89 doğu finallerinde Bulls’u elediler daha sonra Magic Johnson’ın 2. maçta sakatlanmasını fırsat bilip 88 finallerinde son maçta kaçan şampiyonluğun öcünü Lakers’ı 4-0 süpürerek aldılar. Ertesi sene back-to-back yapıp bir yüzük daha aldılar ancak şampiyonluk sayısını üçleyemeden 91 yılında Jordan ve arkadaşları bu sistemi parçalamanın bir yolunu buldu ve Bulls hanedenlığı başlamış oldu. Pistons 90 yılından sonra bir daha şampiyon olamadı ancak Nba sahnesine, insanların aklına kazınmış, başarıya giden alternatif bir oyun tarzı bırakarak veda etti. 1992 yılına gelindiğinde vücut artık iflasın eşiğindeydi. Orjinal kadronun bir kısmı dağılmıştı fakat Palace of Auburn Hills seyircilerinin aklına defansif karakterli basketbol stili kazınmıştı bir kere. Bu yüzden vücut ölse de ruh yıllar boyu kendisine uygun vücudu aramaya devam etti.
94 draftında Detroit’lileri umutlandıracak bir gelişme yaşandı. Grant Hill’in Pistons tarafından draft edilmesiyle Detroit şehrinde ufak çaplı bir heyecan oluştu fakat Grant Hill o beklenen kötü çocuk olmanın aksine lig tarafından parmakla gösterilen örnek bir profesyoneldi. Hill sahada yararcı ve göze hoş görünen bir basketbol sergileyip kısa sürede kendisini şehre kanıtladıysa da eldeki takım bu şehir için fazla iyi huyluydu. Biraz bu yüzden biraz da Grant Hill’i destekleyecek iyi bir kadro oluşmaması nedeniyle Hill’in sağlıklı olduğu sezonlarda bile playoff’ta çok öteye gidemediler. Şampiyonluk döneminin pay sahiplerinden Dennis Rodman’da Grant Hill’in motor şehrine yakışmadığını, onun şehrin sert ve kasvetli havasını yeterince iyi temsil edemediğini ve Pistons’ın bad boy ekolü için bir utanç kaynağı olduğunu kendisine göre kibar bir şekilde dile getirdi. 6 verimli yıldan sonra Hill 2000 yılında bileğinden sakatladı, Magic’e takas oldu ve bir daha asla eski Grant Hill olamadı. Bad Boy Ruhu ise hala kendine uygun vücudu arıyordu. Diriliş son şampiyonluktan tam 13 yıl sonra, 2003 sezonunun ortasında gerçekleşti. Sahadaki oyuncular eskisinden farklıydı fakat mantık tam olarak aynıydı. ÖNCE SAVUNMA.
2003 sezonu Nba ve basketbolseverler için çok özel bir sezondu. Draft’tan ligin ilerideki 10 yılına şekil verecek potansiyel süperstarların geleceği biliniyordu ve Pistons genel menejeri Joe Dumars, Carmelo, Bosh, Wade gibi oyuncuların önünden 2. sırada Darko Milicic’i seçmişti. Rasheed Wallace’ın kadroya dahil olduğu şubat ayında, bir önceki sene doğu finallerinde elenmenin de verdiği gerginlikle Milicic seçiminin doğruluğu Pistons taraftarları tarafından tartışma konusu olmuştu. Bunlara Rick Carlisle’ın yerini dolduran Larry Brown ile çıkılan yolda, fikstürün o zamana kadarki bölümünden iyi bir netice çıkmaması ve NCAA şampiyonluğu yaşamış olan Carmelo Anthony’nin ligdeki mükemmel performansını kilometrelerce uzaktan seyretmekte eklenince Joe Dumars’ın seçiciliği iyiden iyiye sorgulanır olmuştu. Dumars, yanlış bir seçim yapmış ve bir hanedanlığa mâl olmuş olabilirdi hatta bu seçim ileride tarihin en kötü seçimlerinden birisi olarak kabul edilecekti ancak yine de elindeki kadronun ciddiyetinin farkındaydı. Bu kadro yapı itibariyle onun şampiyonluk yaşadığı günlerdeki kadroya çok benziyordu bu yüzden Milicic’in Nba’e ileride uyum sağlayacağını ummaktan daha fazlasını yapmak zorundaydı.
Rasheed Wallece Jailblazers’dan Hawks’a takas olduğunda Pistons sahaya Billups-Hamilton-Prince-Okur-B.Wallace beşiyle çıkıyordu. Chauncey Billups Timberwolves bünyesinde çok iyi iki sezon geçirip iyice piştikten sonra Pistons’a gelmiş ve takıma liderlik etmeye başlamıştı. Yere çok sağlam basan, kuvvetli bir oyuncuydu. Süper bir atlet değildi fakat sete set oyunda az hata yapan, oyunu kontrol etmeyi bilen, önemli anları çok iyi oynayan içi buz gibi, dışı sıcak bir karakterdi. Takımın skoreri Rip Hamilton ise Wizards’ın basiretsiz kararı sonucu sakat Jerry Stackhouse karşılığında Pistons’a gelmişti ve burada da başarılı Wizards günlerini sürdürmeye devam ediyordu. Hamilton kendi için özel hazırlanan setlerde -özellikle perdeleme sol kısımdan yapılıp sağa doğru faul çizgisine kıvrılırsa- potaya neredeyse turnike isabetinde, elinden çok hızlı çıkan bir şut yolluyordu. Kendisini ön plana çıkaran özellik bu olsa da Hamilton üst düzey bacak çabukluğu sayesinde isteyince iyi savunma yapabiliyordu fakat bu konuda bazı zaaflara sahipti. Bacakları ne kadar çabuk olursa olsun rakibinden genellikle daha zayıf bir fizikte olduğu için Hamilton’ın bacak çabukluğu çoğu zaman önemini yitiriyordu. (Örneğin 2006 playofflarında Lebron ile yapılan güç rekabetinden galip çıkamayacağını anlayan Pistons koçu Flip Saunders, güç parametresinden feragat edip Lebron’a açık alan yaratmamak için Hamilton’ın adım çabukluğundan sık sık faydalandı ve Hamilton’a yakın savunma yaptırdı. Lebron gibi bir oyuncuyu tabii ki tam olarak durdurmak mümkün değildi, yine de işe yaradığı çok pozisyon olmuştur.)
Bütünleyici oyuncular başarılı takımların olmazsa olmazıdır. Takımınızın kısa forvet pozisyonunda kısalarla uzunları bütünleştirecek, her işten az çok anlayacak bir Scottie Pippen yoksa bilin ki Tayshaun Prince mükemmdir. Uzun boyu ve daha uzun kolları olan Prince hem kısaların hem de uzunların istatistiklerine katkılar yapabiliyor, 2,3,4 poziysonlarını savunabiliyordu. Rakibin yüzüne doğru tuttuğu süpürge sapı gibi kolları sayesinde kısaları uzaktan savunduğu için 1’e 1’de kolay geçilmiyordu ve aynı zamanda uzunlarının blok ve ribaund yükünü hafifletiyordu. Hücumda ise üzerine düşeni az şut-çok isabet olarak yapıyordu. Bütün bunların üzerine dribbling ve pas yeteneğide de kötü değildi. Kısacası Prince her işi yapan, iyi karakterli, her takımın isteyeceği bir görev adamıydı. 4 numara pozisyonunda Milli oyuncumuz Mehmet Okur aldığı kısıtlı sürelere ve baskılara rağmen iyi bir oyun ortaya koymaya çalışıyor, Nba sistemini öğreniyordu. Koç Larry Brown’un Mehmet Okur’un üzerinde gereğinden fazla otorite kurduğu o dönemde sıkça yazılıyordu zaten. Hem oyunu en olgun noktada olmadığı için hem de kısıtlamalar yüzünden Detroit, Metmet’ten asla tam verim alamadı.
Pivot pozisyonundaki Ben Wallace, hücumu smaç yapmaktan ibaret olan, kariyerinde tam 4 kez en iyi savunmacı ödülünü almış bir savunma canavarıydı. Pivot pozisyonu için çok kısa olmasına rağmen belkide gelmiş geçmiş o boyuttaki en kaslı oyuncuydu, buna ek olarak, vücuduyla ve afro saçlarıyla kendisinden uzun oyunculardan çok daha korkutucu bir görünüme sahipti. Eğer Street Fighter’daki Blanka ve Space Jam’deki canavarlar melezlenseydi muhtemelen Ben Wallace gibi bir karakter çıkardı ortaya, oyun tarzıda buna benzer olurdu. Wallace bir pivot için çabuk ellere sahip agresif bir oyuncuydu ve içeride o dönemin en caydırıcı oyuncusuydu.(Shaq iyice kilo almıştı.) En büyük eksiği, sahadayken takımının gerçek anlamda 4 kişi hücum ediyor olmasıydı ama Pistons basketbolunu kadro içinde en iyi tanımlayan oyuncu o olduğu için oyunda kalma süresi fazlaydı.
Evet…Pistons, Rasheed Wallace Atlanta Hawks’a takas olup ilk ve son maçına çıktığında böyle bir ilk 5’e ve 34-22’lik galibiyet oranına sahipti. Dumars bu ekipteki ışığı görmüş olacak ki ilk tur draft hakkından vazgeçip Rasheed Wallace’ın Hawks serüvenini sonlandırdı ve onu bünyeye kattı. Bu ani manevranın nedeni: hem Dumars’a hem de Koç Brown’a göre, eğer öfkesini doğru yere kanalize edebilirse Rasheed Wallace bu takımın tam ihtiyacı olan oyuncuydu.Pistons soyunma odasına ilk giriş görüntülerine de bakılınca anlaşılacağı gibi, Sheed takıma 3-4 gün gibi kısa bir süre içinde uyum sağladı ve ilk maçlarına çıktığında sanki yıllardır o takımda oynuyormuş izlenimi verdi. İlk haftalarda yaptığı en büyük iş, kafa karışıklığı yaşayan The Palace seyircilerini yeniden hareketlendirmek oldu. Wallace takası 3 takımın içinde bulunduğu bir takastı ve bu takasın başka bir getirisi de giden Chucky Atkins’in yerine gelen Mike James’di.
Kadro yenilenmiş olsa bile hala underdog konumundaydılar ve kimse onları Spurs, Lakers gibi takımlarla aynı kefeye koymuyordu. 80’lerin kötü çocuklarıyla kıyaslamak gerekirse de, bu kadroda Nba çevresinde daha az ünlü olan oyuncular vardı, bir Isiah Thomas yoktu mesela…Yapı itibariyle ortalama üzeri, bencil olmayan, hırslarıyla var olmaya çalışan, gösterişsiz oyunculardan kuruluydular ama en azından Detroit’liler onlara yeni nesil bad boys yakıştırmasını yapıyordu. Başarıya yeniden inanmaya başlayan taraftarın da desteğiyle sezonda geri kalan 26 maçının 20’sini kazanıp playofflara 3. sıradan girdiler.
Playoff’lara değinmeden önce şunu belirtmek lazım; Pistons sadece ilk 5’inden ibaret bir takım değildi, bugünlerce sıkça duyduğumuz ‘sosyalist takım’ benzetmesine belki de Nba tarihinde en çok uyan takımdı. 10 kişilik geniş rotasyonunda oyuna Billups ve Hamilton’ın yerine Lindsey Hunter ve Mike James giriyor, oyundaki tempoyu en üst sınıra çıkartarak takımın kenardan ihtiyacı olan enerjiyi getiriyorlardı. Corliss Williamson ise iri fiziği sayesinde süprizlere açık bir oyun sergiliyor, karşı takımın hesaba katmadığı ekstra katkıları verebiliyordu. Takımın yedek uzunları Mehmet Okur ve Elden Campbell yorulan Wallace’ların yerine girip içeride ebedi oyun sertliğini sağlayan oyuncular oluyorlar, Darvin Ham ve Darko Milicic gibi neredeyse süre almayan oyuncular saha kenarından desteklerini eksik etmiyorlardı. Palace of Auburn Hills seyircileri ise yeniden kötü çocuklarına kavuşmanın mutluluğu içindeydi. Rasheed Wallace ile kimliğini bulan bu kadroya inançları tamdı ancak yine de doğruyu yanlışı bir kaç ay içinde başlayan playoff’lar gösterecekti.
2003-04 Sezonunun sonları Detroit Pistons için nasıl gittiyse playoff macerası da öyle devam etti. Normal sezonun son 26 maçında hızını alan yeni kötü çocuklar Milwaukee Bucks karşısında zorlanmayıp seriyi 4-1’le geçtiler ve ikinci turda kendilerini en çok zorlayacak takım olan New Jersey Nets serisinde mücadeleye başladılar. Nets son yıllarda doğuyu domine etmişti ve ortada batıdan gelebilecek Sprus, Lakers gibi takımlarlardan alınacak bir intikam vardı. Fakat Pistons’ın da Nets ile geçen seneden yarım kalmış bir hesabı vardı. Seride 5. maça gelindiğinde iki tarafta kendi evlerindeki maçları kazanmıştı ve 5. maçı kazanmanın vereceği mental üstünlüğü kovalıyordu. Bu maçta Billups’un ‘desperate shot’ yani zor durumda yapılan mecburi atış denilen orta sahanın önünden yolladığı üçlük maçı uzatmaya götürdü. 3 uzatmaya giden maçta kazanma arzusu o kadar üst seviyedeydi ki, içerideki güreşimsi savunma yüzünden toplamda 8 kişinin faul hakkı dolmuştu, işi bitirmek bench oyuncularına kalmıştı. Brian Scalabrine’nin uzatmalarda yıldızlaşması maça damga vurdu ve Nets 5. maçı deplasmanda kazandı. Pistons yoğun stres altına girmesine karşılık 6. maçı deplasmanda kazandı ve 7. maçta, kendi evinde işi bitirdi. Sırada doğu birincisi Indiana Pacers vardı…
“İster kapak yapın, ister manşet…İsterseniz 2. sayfaya haber yapın…Hiç farketmez, 2. maçı kazanamayacaklar!”
Rasheed Wallace Indiana deplasmanında kaybedilen ilk maç sonrası basına böyle demeç vermişti. Bu röportajın da işi körüklemesiyle ikinci maçta Indiana şehrinde blok partisi vardı. Toplam 26 blok yapılan bu maçta Pistons 19 blok yapmış, potasını sayıya kapatmıştı. Süre bitmeye yaklaştığında ise fark 2 sayıyla Detroit lehineydi. Billups içeri girdi ve topu çaldırdı. Potayla baş başa kalan Reggie Miller turnikeyi attı ve durumu eşitledi…Herkes böyle olacağını düşünürken o an imkansıza yakın bir şey oldu. Miller’ı metrelerce uzaktan takip eden Tayshaun Prince’in resmen kolu uzadı ve topu bloklayarak dışarı gönderdi. Bu kritik blok seriyi eşitlemişti. Eğer Ben Wallace’a Blanka ve Space Jam’deki Canavarların karışımı dediysek Tayshaun Prince’e de Dhalsim ve Space Jam’de son saniyede kolu uzayan Michael Jordan melezi yakıştırmasını yapabiliriz.
Serinin Detroit’e taşınmasıyla işler tatlıya bağlandı. Bad boys kendisine mücadele bazında en çok benzeyen takımla eşleşmiş ve bu savaştan galip gelmişti. Hesap 4-2 kapandı, tabelanın üzerine spreyle çarpı konuldu. Detroit şehri 14 yıl sonra yeniden finaldeydi, şehirde git gide büyüyen heyecan doruk noktasına ulaşmıştı. İstenen kadroyla istenen başarı sonunda gelmek üzereydi, üstelik finalde ezeli rakipleri Lakers’ın karşısına çıkıyorlardı …
2003’te Spurs’e elendikten sonra ölü sezonda yeniden yapılanan Lakers, Veteran-Süperstar karması haline geldi ve medya tarafından sezon boyunca favori gösterildi. Takıma eklenen Karl Malone, Gary Payton, Byron Russell gibi veteran oyuncular sayesinde son basamağa gelmiştiler ve bitirici hamleyi yapmak istiyorlardı. Ancak ne takımca bu hamleyi yapacak güce sahiptiler ne de oyuncular içlerinde final oynayan bir basketbolcunun heyecanını barındırıyorlardı.
Pistons’ın oynadığı playoff serilerinin finale kadar olan kısmını kavga olarak adlandırabiliriz. Ancak final adeta tek tarafın attığı bir dayak gibiydi…Hani ünlülerin kameralara yansıyan darp edilme görüntüleri vardır ya; aynen buna benzer şekilde, zengin şehrin ünlü ve havalı simaları mazlumlardan sopa yedi. Yanlarında Shaq gibi bir bodyguard’ın olması bile onları dayaktan kurtaramadı. 4-1 Pistons şampiyonluğuyla biten seri boyunca sahanın her yerinde Pistons vardı. Sebebini ise eski bir söz özetleyebilir…Derler ki batı’da atletizm, doğu’da güreş yapılır. İçinde türlü sorunlar barındıran Lakers kadrosu Rockets, Spurs, Wolves gibi taktik ağırlıklı takımlarla eşleştikten sonra Pistons gibi kendi oyununu dikte eden bir takımla eleşince kamyon çarpmışa döndü. 80’ler olsun, 2004 olsun hiç farketmez, bad boys ekolü her zaman, her yerde bad boys ekolüydü ve mücadele etmeden kötü çocukları devirmek tartışma konusu bile olamazdı.
Tabii ki alınan bu ağır malubiyetin başka alt sebepleri de vardı. Örneğin Karl Malone playofflara sakat girdi ve Pistons serisinde adam akıllı oynayamadı bile. Öte yandan Phil Jackson’ın ‘The Last Season: A Team in Search of It’s Soul’ kitabında da belirttiği gibi, Kobe Bryant o zamanlarda tecavüz davasıyla Amerikan medyasının gündemine oturmuştu ve yaşadığı yoğun stres yüzünden yüzde yüzünü sahaya yansıtamıyordu. Kobe’nin takımla -özellikle de Shaq ile- yaşadığı anlaşmazlıklar 2003 sezonunda tavan yapmıştı, dolayısı ile takım kimyası, şampiyonluk adayı bir takım için yok denecek kadar azdı. Lakers’ın şampiyon olamamasındaki bir başka neden ise Shaquille O’neal’ın sezon başı sakatlığından ötürü iyice kilo almasıydı. Shaq artık 2000’lerin başındaki Shaq değildi, finallerde takımı taşımaya çalışsa da Wallace’lara boyun eğdiremedi ve pek çok kez Lakers hücumu Kobe’nin Prince üzerinden yaptığı zorlama atışlara kaldı. Aldıkları tek maç olan 2.maçı da güç bela kazandılar, zaten sonraki maçta sahadan kalıcı olarak silindiler. (3. maçta Lakers’ın Pistons potasına attığı sayı 68’di). Takım içinde bu kadar çok problem olunca diğer maçlarda bundan farklı olmadı ve seri 5. maçta The Palace taraftarının önünde coşkulu kutlamalarla sona erdi.14 yıl sonra yeniden şampiyon olan Detroit şehri bile bu kadar kolay bir final olacağını muhtemelen tahmin etmemişti.
Detroit için bir daha hiç bir yıl 2004 gibi olmadı. Şampiyon oldukları için oyuncuların itibarlarıyla birlikte maaliyetleri de artmıştı. Mehmet Okur ve Mike James daha yüksek fiyatlara başka takımlara gittiler, Corliss Willliamson ve Elden Campbell’sa takas oldu. Yerlerine gelen elle tutulur tek isim Antonio McDyess’tı, o da sakat ve yaşlıydı zaten. 10 kişilik rotasyon Campbell sonradan geri gelse de 6 kişiye düşürülmüştü ve takım ‘sosyalist takım’ kimliğini kaybetmişti. Darko Milicic’de geçen ölü sezonda bir arpa boyu yol alamayınca büyük ölçüde kabuk değiştirmiş oldular. Tabii şunu da belirtmek lazım, bu şekilde de 2005 finaline kadar gittiler hatta şampiyon takım olmanın verdiği tecrübeyle daha rahat bir oyun ortaya koyarak ama yine de bu 6 kişi kaldıkları gerçeğini değiştirmiyordu. Rotasyon dardı, güvenilecek oyuncu sayısı azalmıştı ve artık kötü çocuklar sıfatı üzerlerine bir beden bol geliyordu. Sonuç olarak 6 kişinin gücü finallerde iyi hazırlanmış bir San Antonio Spurs’e yetmedi ve game 7’ı kaybettiler.
Pistons 2005’ten sonraki senelerde ufak değişiklikler yapıp iddiasını sürdürmeye devam ettiyse de bir türlü olmadı. Kid Rock bile 2004’ten sonra düşüşe geçti. Şimdilerde ise The Palace’da Pistons basketbolu bile oynanmıyor. Ancak eminim ki ruh hala oralarda bir yerlerde vücut bulacağı günü ve geleceğin yeni kötü çocuklarını bekliyor.
Andre Drummond?
Yazı : Sarp Gökçe