Tek bir telefon. Tek bir telefon, tüm NBA tarihini değiştirebilirdi. Ciddiyim. 1996 NBA Draft’ından önceki geceydi. Büyük şovdan hemen önce bir son dakika hamlesi yapmak isteyen bir genel menajerden gelen bu telefon Kobe Bryant içindi ama o telefon hiç çalmadı. Neler olduğunu size anlatmadan önce durun da hikayeyi baştan anlatayım.
20 yıl önce draft edildim. NBA Draft 1996 tarihin en iyi draftlarından biri olarak görülür. Kobe, Iverson, Steve Nash, Ray Allen, Stephon Marbury, Marcus Camby, Peja Stojakovic, Antoine Walker… Daha devam edebilirim. Bu grubun bir parçası olmaktan gurur duyuyorum.
Kendimi bildim bileli draft gecesi benim için oldukça özel bir andır. Küçük bir çocukken bile televizyondan yayınlanan draft gecelerini asla kaçırmazdım. Bir çocuk için draft, ulaşılamaz bir rüya gibi görünürdü – çocukluk kahramanlarım takım elbiseler içinde oldukça ciddi ve havalı bir şekilde oturuyor. “İsimlerinin okunmasını nasıl böyle sabırla bekleyebiliyorlar?” diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Televizyondan draft oldukça koreografikmiş gibi görünür. Oyuncular havalı bir şekilde sahneye yürüyüp başkanın elini sıkar, sahneye çıkarken tek bir merdiveni dahi atlamazlar. Tüm detaylara dikkat ederdim. En sevdiğim şeylerden biri ise başkanın tüm isimleri kusursuz bir şekilde telaffuz edişiydi – bazen gerçekten zor isimler oluyordu. Elbette, bir gün David Stern’ün benim adımı telaffuz etmesini hayal ediyordum.
Bana göre draft kusursuz bir etkinlikti.
Gerçekte ise draft, televizyonda görüldüğünden çok daha farklıdır. O gece baştan sona fludur. Ömrüm boyunca hayalini kurduğum bir rüyayı üçüncü sıradan seçilerek gerçekleştirdim ama o gece bana hiç de koreografikmiş gibi gelmedi.
Draft öncesi fotoğrafını ele alalım – üst sıralardan seçilmesi beklenen oyuncuların draft başlamadan yarım saat önce NBA Başkanı ile çektirdikleri fotoğraf.
Google’a girip ‘1996 NBA Draft commissioner photo’ diye aratın bakalım.
Hayır hayır bu değil. Bu SLAM dergisinin kapağı için çektirdiğimiz fotoğraf.
Resmi draft fotoğrafını diyorum. Bunu bulabildiniz mi?
Pekala.
Arka sırada sağ tarafta duran, beyaz takım elbiseliyi gördünüz mü? O Ray-Ray. Onun önündeki kısa boylu beyaz çocuk? O Steve Nash. O zamanlar çoğu kişi hakkında fazla şey bilmiyordu ama bu Kanadalı çocuk, ileride iki MVP ödülü kazanacak ve Hall-of-Fame’e seçilecek. Şu yeşil ceketli olan Antoine – acaba Celtics tarafından seçileceğini biliyor muydu? Stephon Marbury birlikte büyüdüğüm yakın dostlarımdan birisi. Arka sırada en solda duruyor. Marbury demişken, drafta dair görsel olarak hatırladığım en net şeylerden biri de taktığı saat. Hala gözlerimi kapattığımda o saati görebiliyorum. Ona o saati, Marbury ile sözleşme imzalamak isteyen bir giyim şirketi verdi sanırım.
Bugünlerde draft sınıflarını karşılaştırmak oldukça popüler. 1984 draftı muhteşemdi: Jordan, Hakeem, Barkley, Stocton. 2003 draftı da oldukça çılgıncaydı: LeBron, Carmelo, Bosh, Wade.
1996 sınıfının tarihin en iyisi olmadığı konusunda tartışabileceğinizi biliyorum. Şu fotoğrafa bir bakın: Herkes oldukça genç ve gözlerindeki parıltıyı görebiliyorsunuz. 96′ sınıfından beş NBA şampiyonunun çıkacağını düşünmek oldukça zordu. Kobe beş, Ray Allen da iki şampiyonluk kazandı. Bunun dışında üç MVP ve sayısız All-Star olma başarısı gösteren oyuncular da var. Allen Iverson da dört kez en skorer oyuncu olma başarısını gösterecek.
Bana sorarsanız 96′ sınıfı övgüleri fazlasıyla hak ediyor. Bu sınıfta yer aldığımı söylemekten oldukça mutluyum ve az önce saydığım yüce başarıların bazılarına ben de ulaştım. Evet, All-Star seçildim ama burada övgülerin çoğu o sınıfta yer alan diğer oyunculara gitmeli.
Bu arada, hala fotoğrafta beni bulamadınız mı?
Hemen sayalım: 19 oyuncu ve Başkan Stern.
O gece klasik siyah bir takım elbise, mavi gömlek giyiyordum ve desenli bir kravat takıyordum.
Hala göremediniz mi?
Bekliyorum.
Ben orada yokum çünkü sabah drafta gidecek otobüsü kaçırdım.
İnsanlar bana, dahil olduğum draft sınıfı hakkında birçok soru soruyor ama kendi draft fotoğrafımı kaçırdığımı kimse hatırlamıyor – annem dışında, hala hatırlatıp durur.
“Nasıl olur da kendi draft fotoğrafını kaçırırsın?”
Son kez anlatıyorum anne: İşte otobüsü nasıl kaçırdım.
Drafttan önceki son 24 saat oldukça yoğun geçti. Fazlasıyla yoğun. İşlerin yolunda gitmesi için oradan oraya koşturuyordum. Yapılması gereken bir sürü medya zorunluluğu vardı: fotoğraflar, toplantılar, röportajlar.
Tüm bu koşuşturmacaya biraz geç başlamıştım çünkü New Jersey’ye drafta 48 saatten az bir süre kala gelmiştim – diğer isimler üç dört gün öncesinden gelmişti bile. Son anda, deneme antrenmanlarına katılmak için Vancouver ve Toronto’ya gitmiştim. (Raptors ve Grizzlies iki ve üçüncü sıradan seçeceklerdi.)
Otele yerleştikten hemen sonra annemin odasına gittim. Tüm ailenin yeşil odada benimle birlikte nasıl yer alabileceğini hesaplamaya çalışıyordu. NBA, draft oyuncularının ailelerine sınırlı sayıda kontenjan veriyor ve eğer benim gibi büyük bir aileniz varsa bu, bazılarının dışarıda kalacağı anlamına geliyor. Küçük kardeşlerimden yeniden özür diliyorum, daha büyük akrabalarımıza yer açmak adına listenin dışında kaldılar. Bu durum oldukça rahatsız ediciydi çünkü annem dışında yaptığım tüm antrenmanları ve maçlarımı en çok izleyenler onlardı. Eğer geçmişe dönüp bir şeyleri değiştirebilecek olsam, onları yeşil odaya sokmanın bir yolunu bulurum.
Yemin ederim, bu yaşananlar otobüsü kaçırmamın nedenlerinden biriydi.
Kıyafetlerimi de suçluyorum.
Her şeyiyle tam iki takım sipariş ettim. Bu takımların çoğu parçası zaten oteldeydi ama draft sabahı hala tamamı bana ulaşmamıştı – bu yüzden alışveriş merkezine gitmem gerekti. Bir arkadaşımla birlikteydik ve bir tercih yapmak zorundaydık, klasik bir New Jersey dükkanına girmek mi yoksa metroya binip New York’a gitmek mi? O sırada ikimizin de 19 yaşında olduğunu aklınızdan çıkarmayın – daha önce hiç New York’a gitmemiştim, ne yapmayı tercih ettim dersiniz? Draft başlamadan önce geri dönecektim ve yeterli vaktim olacaktı – en azından benim düşüncem bu şekildeydi.
Şimdi düşünüyorum da bu, çok kötü bir çaylak hatasıydı. Hayatının en önemli anından dört saat önce New York’a gidip zamanında geri dönmeyi düşünmek? Elbette, Shareef.
New York’u ilk kez ziyaret etmenin vereceği büyülenmişlik hissini hesaba katmamıştım. Sokaklarda yürürken zaman kavramını tamamıyla kaybettim. (En azından giyeceğim gömleği almıştım) Hesaba katmadığım bir diğer şey ise trafikti. Gidişte metrodan şehir merkezine olan yol 15 dakika sürerken nasıl olur da dönüşte 60 dakika sürebilirdi – trafik berbattı. Otele vardığımda herkes otobüse doğru hareketlenmeye başlamıştı. Ben ise hala sokak kıyafetlerimleydim.
Odama girdiğimde otel telefonunun yanıp sönen ışığını gördüm. Biraz rahatsız edici olması dışında açıkçası çok da önemsemedim. Çok acelem vardı. Giyinmeyi tamamladığımda, kravat bağlamayı bilmediğimi hatırladım ama herkes çoktan gitmişti. Kendi başımaydım ve nasıl olduysa bir şekilde bağlamayı başardım. Baskı altındayken yapabildikleriniz inanılmaz.
Artık gitmeye hazırdım. Otuz dakika geç de olsa artık draft edilebilirdim.
Odadan çıkmadan önce şu yanıp sönen ışığı kapatmak istedim, bunun için mesajlarımı dinledim. Sürpriz olan ise mesaj benim için değil Kobe içindi. Odalarımızın numaralarını karıştırmış olmalılar. O sıralarda Kobe, profesyonelliğe atım atmaya hazırlanan bir lise öğrencisiydi. İkimiz de ABCD Kampı’na katılmıştık ama ilişkimiz sadece bununla sınırlıydı.
Mesajdaki ses, ilk on sıradan seçme hakkına sahip olan bir Doğu Konferansı takımının genel menajerine aitti: “Kobe, seni seçmemizi istemediğini biliyorum ama ihtiyacımız olan oyuncunun sen olduğuna inanıyoruz ve seni seçeceğiz.”
Acele ediyordum, sadece “Sanırım Kobe’nin nereye gideceğini biliyorum.” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Telefonu kapattım ve bu konu üzerinde hiç durmadım. Aslında, belli bir süre geçene kadar o mesajı ve o takımın Kobe’yi seçmemesini hiç düşünmedim bile. Geçmişi düşünüce bu, büyük bir ‘Ya olsaydı?’ anı. Ya o genel menajer söylediği şeyi yapsaydı? Ya o arama doğrudan Kobe’nin odasına yapılsaydı? Son yirmi yıl ne kadar farklı olurdu?
Salona vardığımda ailem çoktan yeşil odadaki yerini almıştı. İçeri girdiğimde annem bana, “Nerelerdeydin?” dermişçesine tanıdık bir bakış attı. Şanslıyım ki yeşil odadaki bekleyiş kötü geçmedi ve erkenden seçildim. Sadece 15 dakika sürmüştü.
İlk sıradan seçilmeyeceğimi biliyordum. Tüm gece konuşmalar, basketbolda olduğu kadar Amerikan futbolunda da iyi olan 1.83’lük bir oyuncu hakkındaydı. Philadelphia bazı diğer oyuncuları da antrenmanda denemişti ancak A.I. çok net bir tercihti. İlk sıradan seçilmesi kesindi.
A.I.’ın ailesi ve arkadaşlarından oluşan geniş bir grubu olduğunu ve yeşil odada iki yakın arkadaşına yer kalmadığı için oldukça üzgün olduğunu hatırlıyorum. A.I. kariyerini, mevcut statülere aykırı davranarak kurdu ve bir üne kavuştu. Bu durum daha o gece başlamıştı.
Iverson, adı okunduğunda tüm arkadaşlarına ve ailesine sarıldı. Sonrasında ise sahnenin tersine doğru yürümeye başladı. Hem de canlı yayında. Kimse nereye gittiğini bilmiyordu. Bir numaradan seçilen oyuncu nereye gidiyordu?
Sonradan öğrendik ki A.I. o iki arkadaşına yeşil odanın hemen dışında beklemelerini söylemiş. Sahneye çıkmadan önce de gidip arkadaşlarına sarılmış. Gerçekten hoş bir an. A.I. işte buydu – asla geldiği yeri unutmadı ve her zaman çevresindeki insanlara yardım etti. Kariyeri boyunca A.I., kendisi olduğu için birçok sorunla baş etmek zorunda kaldı ama bana göre bu kişiliği, her yaştan insanı etkileyen bir kariyere sahip olmasının da ana etkeni.
İkinci sırada Toronto vardı. Raptors’a gitme ihtimalimin olduğunu düşünüyordum çünkü genel menajerleri Isiah Thomas’tı ve bana zor bir seçim yapmak zorunda olduğunu söylemişti. Sonuç olarak Marcus Camby’yi seçti.
Üç numaradan daha aşağıya düşmeyeceğimi biliyordum.
Vancouver Grizzlies’in genel menajeri Stu Jackson, menajerime ve bana üç numarayı pas geçme ihtimalimin olmadığını söylemişti. Stu’nun bu sözüne inanmıştım.
Adımın söylendiğini duyduğumda bana otuz saniye gibi gelen bir zaman dilimi boyunca alkışladığımı hatırlıyorum. Sanırım birileri beni dürtmüştü. Ayağa kalktım ve en uzunu annemle olmak üzere masadaki herkese sarıldım. Sahneye doğru yürürken kardeşlerimin koltuklarda oturmuş bana el salladıklarını gördüm. Çoktan Grizzlies şapkaları giymişlerdi bile.
Vancuver görevlileri elime bir numaralı Grizzlies formasını verdi. (Aslında içten içe, tüm kariyerim boyunca giydiğim üç numaralı formayı istiyordum.)
Sahne arkasına geri döndüğümde hemen Stephon’ın yanına koştum. Her şey çok hızlı gelişiyordu. İki dakika sonra o da seçildi – Ray Allen ile takas edildiler, Stephon Minnesota’ya gidiyordu. Bu durum gerçekten heyecan vericiydi çünkü bir önceki sene Minnesota liseden gelen Kevin Garnett’i draft etmişti ve Steph ile KG çok yakın arkadaştılar.
Yapılan röportajlar yaklaşık iki saat sürdü. Otele gittiğimde aile lobide beni bekliyordu. Annem o anı ölümsüzleştirip fotoğrafını çekti – herkes fotoğraftaydı ve herkesin kafasında Grizzlies şapkası vardı. Çok açtım, menajerim de istediğim yere gidebilmem için bir limuzin ayarladı.
19 yaşında nereye gidebilirdim?
Limuzine doluşup geç saatlere kadar açık bir restoran bulduk. Bir masaya oturduk ve mekan kapanana kadar yemeğimizi yeyip sohbet ettik. İçecek mi? Kola içiyorduk.
Muhteşem ve çok masum bir geceydi. O geceden sonraki her gün işler daha da ciddileşti. Kariyerimin ilk yıllarında, işler zorlaştığında bir saniyeliğine bile olsa o anlara geri dönebilmeyi dilediğimi hatırlıyorum. Bu dileğim halen geçerli.
SHAREEF ABDUR-RAHIM
http://www.theplayerstribune.com/2016-6-22-shareef-abdur-rahim-1996-nba-draft-the-greatest-draft-class/
O mesajı bırakanın hangi takımın menejeri olduğunu da açıklayaymışsın bari. Güzel çeviri olmuş. Dublaj türkçesiyle yapılan saçma sapan çevirilerden değil.