LeBron’la bire bir belki 50 defa konuşma fırsatım oldu. En sevdiğim ise bu sene Indiana’ya karşı oynadıkları Doğu Konferası Finalleri’nin dördüncü maçında, Lance Stephenson aptalca bir şekilde ona meydan okuduktan sonra yaşandı. Lance’in bu “şaklabanlığını” kişisel algılamadığını söyledi LeBron ancak bunun böyle olmadığını sadece biz biliyorduk. Jordan ve Kobe’nin aksine o, 50 sayı atarak cevap vermedi.
Bunun yerine sahaya girdi, Heat’in tam olarak neye ihtiyaç duyduğunu gördü ve üç muhteşem çeyrek boyunca tam olarak da bu ihtiyacı karşıladı. Aralıksız iki saat boyunca Indiana’nın bir şansı olduğunu düşündürten tek bir an bile olmadı. İstatistikleri dudak uçuklatıcı değildi: Üç çeyrek boyunca 29 sayı ve 9 ribaund. Ancak maçı akla gelebilen her şekilde domine etmeyi başardı. Tek bir saniye bile onun sahada olduğunu unutmanıza izin vermedi. Her seferinde doğru kararı verdi, “Şimdi tempoyu yükseltmeliyim” ya da “Onu göremesem bile Norris Cole’un sol köşemde olduğunu biliyorum bu yüzden tam o noktaya 15 metreden bir pas atacağım, umarım yakalar” gibi çok basit olanlarda bile hata yapmadı. Enerjisinin tek bir damlasını bile boşa harcamadı. Hepsinin de ötesinde, verimliliği ürkütücü derecede iyiydi.
Üçüncü çeyrekte bir arkadaşıma “Bu maç tüm zamanların en iyi gizli kahramanlık maçı, 13 tane falan inanılmaz oyun oynadı.” diye mesaj attım. Neredeyse tam o anda, tam saha baskıyı geçip, rakip takımın kalabalığını delerek bitirdiği bir smaç da dahil olmak üzere, LeBron iki tane daha arşivlik oyun sergiledi. Tıpkı kendisinden önceki Magic gibi LeBron da evinde oynamayı, salonu beyazla kaplanmış bir şekilde görmeyi, muhteşem hareketlerinden sonra taraftara bakmayı, etrafta tepinmeyi, taraftarı gazlamayı seviyor. Senelerdir muhteşem basketbol oynuyor ancak şu an oyunun kendisini anlamayı da başarmış durumda. En üst seviyeye ulaştı. Bu sanat. Bu zeka artı performans.
Çok kıymeti bilinmemiş bir film olan Ayrılığın Altı Derecesi’nde Will Smith, Manhattan’da dört farklı varlıklı ailenin içine sızan bir dolandırıcılık sanatçısını canlandırıyor. O ailelerden birine yemek pişirme konusunda ısrarcı oluyor ve aileye muhteşem bir yemek hazırlıyor. Daha sonra evin hanımefendisi (Stockard Channing canlandırıyor) Smith’i polise teslim olmaya ikna etmeye çalışıyor, Will o akşamı hatırlıyor ve hayatının en muhteşem gecesi olduğunu söylüyor.
Kadına diyor ki “Sahip olduğum en iyi özellikleri sergilememe izin verdiniz.”
Indiana serisinin dördüncü maçında ben de LeBron için tam olarak böyle düşündüm. Bu yeteneklerini kuşanması yıllar aldı. Cleveland’da bunu başaramadı çünkü takım arkadaşları yeterince iyi değildi. Miami’deki ilk senesinde yapamadı çünkü Wade de direksiyona geçmek istiyordu. Sonraki iki sezon LeBron araba kullanmayı öğrenirken ve Wade yan koltukta rahatlamaya alışıyorken zaman zaman çok sert geçişler yaşandı. 27 maçlık galibiyet serisi sırasında zirveye ulaştılar. Bu NBA tarihinin en büyük başarılarından biriydi, seriyi de üç ay sonra kazanılacak olan kupa takip etti. Dördüncü sezonlarında artık bu tehlikeli değişimler üzerinde ustalaşırken bir yandan da zamanla yarışıyorlardı.
Ancak LeBron, Will Smith gibi yemek pişirdikçe Miami idare edebiliyordu. Ya da en azından biz böyle düşünmüştük. Dördüncü maçta yaptıkları bir estetik harikasıydı. İçindeki Jordan, Magic ve Pippen’ı dışarı çıkarmış, hatta meze niyetine onlara biraz da Bird ve Barkley eklemişti. Pacers’ı, tıpkı Flody Mayweather’ın bir ağır siklete yapacağı gibi, paramparça etmişti. Paul George maçtan sonra hakemleri suçladığında Pacers’ın işinin bittiğinden emin olmuştum. Eğer ki en iyi oyuncuları bile ne olduğunu fark edemediyse hiç şansları yoktu. LeBron onları en iyi oynadığı akşamında yenmedi, LeBron onları her gece tekrarlayabileceği bir performansla yendi. İkisinin arasında kocaman bir fark var.
Kim bilebilirdi ki LeBron’un Miami’de oynayacağı sadece yedi maç kaldığını? O zamanlar Wade’i, hiç katılmadığım bir şekilde, LeBron pahasına da olsa dinlendirmenin beklenmedik bir şekilde sonuç verdiğini düşünüyordum. Bir üçleme yapmak üzere olduklarına, LeBron’un sonsuza dek Miami’de kalacağına inanıyordum. Onun gördüğü şeyleri ben görememişim.
Dördüncü maçı NBA Countdown setimizden metal merdivenlerde oturarak izledim. Bir anda bir NBA fotoğrafçısı arkadaşıma benim fotoğrafımı çekip, çekemeyeceğini sormak için mail attım. Havalı bir fotoğraf olacağını düşünmüştüm. Üzerimde mavi bir takım elbise vardı, etrafım beyaz formalı mutlu Heat taraftarları ile çevrilmişti, Celticsliler düşman bölgede sıkışıp, kalmıştı, hepimiz gücünün zirvesindeki bir ismi izliyorduk. Bundan 30 yıl sonra da bu ana bakabilmek istedim sadece. Biliyorum kulağa aşırı romantik geliyor ama aklımdan geçen ve hissettiğim şey buydu.
Gerçek şu ki bunun tekrar yaşanacağına inanmıyordum ve hala da inanmıyorum.
Ben üniversiteden mezun olmadan Magic ve Bird dönemi bitmişti. Jordan ben 30 yaşıma gelmeden hayatımıza girdi ve çıktı. Duncan, Kobe, Hakeem and Shaq hiçbir zaman tam olarak o noktaya ulaşamadılar -her biri muhteşem oyunculardı ancak asla tam anlamıyla BÜYÜK olamadılar.- Duncan inanılmaz bir skorer ve harika bir takım arkadaşı olabilir ancak en üst seviyeye ulaştığını düşünmek biraz zor. Ondan sonra karşınıza, bir sonraki Duncan olmak için bir basketbol dâhisinden çok daha fazla şansı olan Anthony Davis çıkıyor. Ancak yakınlarda bunu yapabilecek başka hiçbir isim yok. Bir süre boyunca böyle de devam edebilir.
Yani evet, bir fotoğraf istedim. Beni çekin. Larry’i gördüm, Magic’i gördüm, Michael’ı gördüm ve LeBron James’i de gördüm. Şimdi tüm o dehasıyla Cleveland’a geri dönüyor. Doğru adam için doğru zamanda doğru hamle bu. Seyretmek eğlenceli olacak.
Orijinal kaynak | God Loves Cleveland
“Bu sanat, bu zeka artı performans”