Jordan’ı, kariyerinin farklı dönemlerinde, defalarca canlı olarak izledim. En sevdiğim hali ise beysbol sonrası haliydi, Bulls’un ara ara büyük Celtics’ten geriye kalanları temizlediği dönemler. Daha mütevazı, daha bilge ama hala hiç çekinmeden can yakan bir MJ. Bir gece yerel kanalı açtık ve izlediğimiz şeyin gazıyla tezahürat yapmaya başladık. Salon tamamen dolu olduğu için olmamıştı bu, Bird dönemi boyunca bambaşka seviyede bir ihtişama tanık olduğumuzdan dolayı olmuştu. Bunun ne anlama geldiğini ve ne kadar hassas bir durum olduğunu çok iyi biliyorduk. Bunu görmeyi özlemiştik. O Bulls takımını izlemek eski bir arkadaşla yeniden bir araya gelmek gibiydi.
O süreçte bana göre Jordan’ın en dâhice hareketi Scottie Pippen’la yakaladıkları kusursuz uyumdu. Onları aynı anda birlikte koşarken görebilirdiniz. Neredeyse Jordan ikizini yaratmış gibiydi; Dr. Evil ve Mini-Me gibi. Pippen sahada Michael gibi hareket ediyordu, sahayı Michael gibi görüyordu, pas kanallarına Michael gibi zıplıyordu ve Michael’ın oyunuyla tıpkı Michael’ın ona hiç benzemeyen bir ikizi gibi bütünleşmişti. Çılgıncaydı. Ömrümün sonuna kadar bu izlediklerimi unutmayacağım. Bird ve Magic de dâhilerdi ama maalesef hiçbir zaman birbirlerini kopyalamanın bir yolunu bulamadılar.
Bu ve başka birkaç sebepten ötürü Michael Jordan’dan daha iyi hiçbir basketbolcu göremeyeceğim. 44 yaşındayım ve gerçeğin bu olduğunu biliyorum. Çok iyi bir atlet, nadir bir yetenek, delilik seviyesinde çalışkan, kendine zarar verecek derecede rekabetçi ve evet tartışmasız bir dahi. Ne zaman konu Jordan’ın veliahtlarına gelse Bay Collins sanki biri eşine asılıyormuş gibi davranıyor. Bu konuyu oldukça kişisel algılıyor.
“Ben oradaydım.” diyor Doug Collins. “İnsanları Michael’la kıyaslamaktan vazgeçmemiz gerek. Öyle bir oyuncu bir daha ASLA gelmeyecek.”
Bunun doğru olduğuna inanıyor çünkü bu doğru. Michael Jordan bir dâhiydi ve hatta belki de bir dâhiden de daha iyiydi. 1990 yılının Aralık ayından 1998 finallerine kadar –beysbol tatili dâhil değil- Chicago Bulls, Jordan’ın oynadığı maçlarda hiç üst üste üç yenilgi almadı. Hata kabul etmeyen NBA maç takvimi, hiç bitmeyen seyahatler ve genel olarak oyunun yıpratıcılığı düşünüldüğünde bu neredeyse imkansız bir şey. Ama yaşandı. Michael Jordan kaybetmekten işte bu kadar nefret ediyordu. Ya takım arkadaşının içindeki en iyiyi bulup, çıkartıyordu ya da bir senaristin dizideki problemli karakteri anında öldürmesi gibi o takım arkadaşından kurtuluyordu. Ayak uyduramazsan ölürsün.
Yine de dahiliği kendine hastı, bu yeteneğini –Pippen bir istisna- diğerlerine aktaramazdı. Jordan’ın takım arkadaşından çok yardımcı oyuncusuydunuz. Jordan, tıpkı kendisinden sonra Kobe’nin de düşündüğü gibi, kendisi için en iyisi neyse takım için de en iyisinin o olduğunu düşünüyordu. Onunla birlikte oynamanın bir yolunu bulma işini takım arkadaşlarına bıraktı. Eğer başaramazlarsa gitmek zorundaydılar.
Bird ve Magic diğer yolu seçtiler: Takım arkadaşlarını daha iyi hale getirirsen takımın kazanır. Tıpkı Jordan gibi onlar da doğaüstü bir şekilde her oyunda sırayla neler yaşanabileceğini kestirme içgüdüsüne sahip basketbol âlimleriydi, sanki oyunun taslağını önceden çalışmışlar ve buna karşılık bir saldırı planı belirlemişler gibi. Ancak Jordan’ın aksine onların dâhiliği daha kucaklayıcıydı, sadece her gün onlarla oynadıkları için bile gün geçtikçe takım arkadaşlarının da saha görüşü onlarınkine benzemeye başladı. Bird’ün Celtics’teki ilk koçu Bill Fitch, Bird’e “Kodak” lakabını takmıştı ve bunun sebebini de “Bird’ün zihninin sürekli sahanın fotoğraflarını çekiyor olması” olarak açıklamıştı. Aynı şey Magic için de geçerli. Tam da bu yüzden bu kadar ezici pasörlerdi, takım arkadaşlarının tam olarak nerede olacaklarını çok iyi biliyorlardı.
Belki birkaç sene sürdü ama sonunda Magic ve Bird bu yeteneklerini daha anlamlı bir şeye dönüştürdüler. 1984-1985 sezonunda Bird bu yeteneğini tamamıyla kuşanmayı öğrendi, Magic’in bu noktaya ulaşması iki sezon daha sürdü. Bu yetenekten kastım da şu: Herhangi bir oyunu anında değerlendirip -olay anında, hatta bazen havadayken- takımlarının neye ihtiyaç duyduğuna karar verebiliyorlardı.
Gayet basit görünüyor değil mi? Bu neredeyse imkansız bir durum aslında.
Her takım arkadaşınızın güçlü ve zayıf noktalarını biliyor olmanız gerekiyor.
Sadece onlara bu olanağı tanıyabilmek ve onlara güvenebilmek için her maçı domine edemeyeceğinizin, bir noktada öne çıkan başka bir takım arkadaşınız olması gerektiğinin farkında olmanız lazım. Bu tavizi verebilirsiniz çünkü biliyorsunuz ki ne zaman isterseniz geri alabilirsiniz.
O kadar iyi, o kadar baskın, o kadar yetenekli olmanız gerekiyor ki artık bunun hakkında düşünmenize bile gerek kalmasın. Bu sizin için nefes almak gibi bir şey haline gelsin.
Ve yaptığınız şeyin uygulamada doğurabileceği sonuçları da kabullenmek zorundasınız.