Ancak maç bitmedi ve hiçbir zaman da bitmeyecekti.
Jordan terini kurularken “İşte böyle Beyaz Takım” diyordu. Bir aşağı bir yukarı yürürken bir yandan havluyla terini siliyor, bir yandan da gördüğü her şeyin hakimi olmanın keyfini çıkarıyordu. Magic, Barkley ve Laettner ona hiç ilgi göstermeden serbest atış çalışmaya başlamıştı bile.
Magic şöyle diyordu: “Her şey de Michael Jordan’la ilgili zaten. Her şey…”
Şaka yapmıyordu. Gerçekten kızgındı.
Jordan kenarda volta atarken bir bardak Gatorade doldurdu ve o dönemki reklamın meşhur şarkısını söylemeye başladı: “Bazen, hayal ediyorum…” Jordan’ın Gatorade’le yaptığı yeni milyon dolarlık anlaşma için iyi bir tanıtım hamlesi gerekmiş, görev Bernie Pitzel adlı yaratıcı bir dehaya verilmişti. Animasyon film The Jungle Book’taki maymun şarkısı I Wan’na Be Like You’dan (Senin Gibi Olmak İstiyorum) esinlenen Pitzel, Chicago’daki favori restorantı Avanzare’de otururken masadaki peçeteye şarkının sözlerini yazmıştı.
Bazen, hayal kuruyorum Sometimes I dream
Michael gibi olabilsem diye If I could be like Mike
Magic vücudundan terler fışkırıp ensesine bir havlu atmış, yapış yapış nemli salona bakarken karşısında onu görüyor: Kazanan takımın kaptanı Jordan, kendisine milyon dolarlar kazandıran bir içeceği yudumluyor, yalnızca kendisi için yapılmış bir şarkı söylüyor. Yalnızca Jordan’ın yapabileceği bir şekilde gözüne soktukça sokuyor, soktukça sokuyor. Otobüste otele dönüş yolunda değişen bir şey var mı? Hayır, Jordan şarkısını söylemeye devam ediyor: Michael gibi olabilsem… Michael gibi olabilsem…

Maçın yankıları sonraki birkaç gün boyunca sürdü. Michael ve Magic aynı pervasızlıkla birbirlerine sataşmaya, aralarındaki sözlü savaşı kazanmak için uğraşmaya devam ettiler. Takım içinde oynanan ve aslan yürekli ama yetersiz İtalyan bir beyefendi tarafından yönetilen bu maç da sonraki yıllarda bir gizem perdesinin ardında kalıp basketbol efsaneleri arasında yerini aldı. Laettner seneler sonra o maçı tarif ederken “bir çeşit şehir efsanesi gibi” diyecekti. Tıpkı şehir efsanelerinde olduğu gibi maçla ilgili bazı detaylar, başka günler oynanan maçlardan anlarla karıştı. Magic bile When the Game Was Ours kitabında o günü anlatırken birçok detayı doğru anımsayamayacaktı.
Ve şunu da söylemeli: O gün sahada olmaktan herkes memnun değildi. Karl Malone “Böyle şeylerden kim hoşlanır, ona bir bakmak gerek” diyordu. “Tam da dedikleri gibi, bu tip şeyler onların harcı.” Postacı burada “onlar” derken Magic’le Jordan’ı kast ediyor elbette. (2011 ‘in bahar aylarında yaptığımız görüşme sırasında, maçın görüntülerinin bir kısmını izlemek isteyip istemediğini sordum. Cevap “Benim ilgimi çekmiyor” oldu.)
Ancak trash talk’tan hiç hoşlanmayan Krzyzewski o maçı keyifle hatırlıyor, neredeyse her detayı anımsıyor. İkimiz de o maçın sanatsal bir zafer olmadığı konusunda hemfikiriz. Ama önemli nokta o da değil.
“Arada bir alakasız bir şeyler yaparken, aklıma o maçtan bir cümle geliyor” diyor Krzyzewski. “ ‘Monte Carlo’yu Chicago Stadyumu’na çevirdiler.’ Bu cümleyi ne zaman hatırlasam gülümsüyorum.”
“Birçok oyuncu televizyon kameraları orada olduğu için trash talk yapar. Ama o gün salonun kapıları kapalıydı. Orada mesele kişiseldi. “Ben bunları yapabiliyorum, nasıl karşılık vereceksin?” O gün bana kişisel rekabetleri kabullenmek konusunda çok şey öğretti.”
“Eğer birisi o maçın seslerini olduğu gibi kaydedebilse… Yani oynanan basketbolu kaydetmesi gerekmezdi. Yalnızca sesleri duymak bile paha biçilemez olurdu.”
Bende orijinal kaset bulunuyor. Onu DVD’ye çevirip bir uzmanın sesleri ayrıca bir CD’ye kaydetmesini sağladım. Her ses duyulmuyor belki ama duyulabilecek çoğu şeyi yakaladım.
Bu maç basketbolla ilgili değildi. O gün mesele, o adamların oyun için sahaya koyduğu yürek, kazanmaya verdikleri önem ve kişisel hırslarıydı. Zaman zaman kelimenin tam anlamıyla çocukça davrandılar. Ama oynadıkları oyun zaten bir çocuk oyunuydu. Onlar da zirveye çıkmak için çocukça bir kararlılıkla mücadele ettiler.
Maçın üzerinden yıllar geçmişken Jordan’la yaptığımız sohbette, daha ben maçı sorma fırsatı bulamadan kendisi konuyu bu maça getirdi. “O maç” dedi Jordan. “Pek çok açıdan içinde bulunduğum en iyi maçtı. Çünkü salon kilitliydi, içeride yalnızca basketbol vardı. Bu tip maçlarda çevrenizdeki oyuncuların DNA’sını, kazanmayı ne kadar istediklerini görürsünüz. Magic sonraki iki gün sinirden kendine gelememişti.”
Magic öfkesinin yalnızca birkaç saat sürdüğünü söylüyor. “Michael böyle düşünüyor, çünkü benim yerimde kendisi olsa böyle yapardı. Sana bir şey söyleyeyim: Michael kaybetse herkes için daha kötü bir durum olurdu. Çünkü ben bu tip şeyleri bir süre sonra kafaya takmam. Ama ya Michael? O hiçbir zaman böyle bir şeyi unutmazdı. O, hiçbir şeyi unutmazdı.”
O maç, tarih kitaplarına işte böyle geçti.
Bazen hayal kuruyorum, Michael gibi olabilsem diye…