Florida’ya gidince yine zorlanmıştım. Sahada zorluklarla başa çıkma konusunda zorlanıyordum. Takım olarak iyiydik, ben de iyiydim ancak hata yaptığım için kendime çok fazla sinirlendiğim için kontrolü kaybetmeye başlamıştım. Kolejde öyle lisedeki gibi kafanı esene yapamıyordun. Koç Donovan’a gittim çünkü saha içinde duygularımı frenlemekten uzak olmam sebebiyle onun yardımına ihtiyacım vardı.
Neyse ki, ailem, özellikle de annem, bu zorlu yolculukla benimle birlikteydi. Altını çizerek belirtmeliyim bunu. Kentucky’de Rupp Arena’da oynadığım zamanı hatırlıyorum, tribünler tıklım tıklımdı. 24 bin seyirci çıldırıyordu. Bir mola esnasında koçu dinliyorduk ve gürültü sağır edici boyuttaydı.
Daha sonra bir ıslık duydum.
İki parmakla çalınan, şiddetli ıslıktan söz ediyorum. Nasıl olduğunu bilirsiniz. Sadece mahallenizdeki, donanmada yer almış yaşlı amcaların çalabildiği o ıslık.
Ben: ”Yok artık ya, o olamaz.” diye düşündüm.
Bir kez daha duydum ve 24 bin insandan oluşan o kalabalığa bakındım, yukarılarda, ikinci blokta annemi yakaladım.
Annem çılgınca kollarını sallıyordu. O da beni görmüştü. Daha sonra duyamadığım bir şey söyledi ve dirseğini içeri çekerek mükemmel bir şekilde kolunu şut atar gibi yukarı kaldırdı, tabii ki bileğini de tam olarak kullandı bu atış örneğinde.
Atış stilimi gösteriyordu.
Bundan hemen sonra sakinleştim. İnanılmazdı, zira 24 bin seyirci arasında annem “Biliyor musun? Şu anla Brad ile konuşmalıyım. Onun bana ihtiyacı var. ” minvalinde düşünerek büyük bir öz güven örneği gösteriyordu. Sezon sonunda, New York City’de gerçekleşen NBA Draft 2012’de listedeki hedeflerden birini daha gerçekleştirmiş olduk. Müthiş bir şey olmuştu bu çünkü aynı zamanda o gün, 19. yaş günümdü. O zaman bile draft edildikten sonra şu şekilde düşündüğümü hatırlıyorum: “Vay be, ben hala bir çocuğum, buna inanamıyorum.” Tüm ailem oradaydı, tekrar bir araya gelmişti ve Washington benim ismini çağırınca herkesin ağladığını hatırlıyorum. Küçük kardeşlerim bile ağlamamak için kendini zor tutuyordu.
“Alerji tuttu.” diyorlardı.
Bana en çok ne çok çılgınca geliyor biliyor musunuz?
Atlanta ile bu playoffta oynadığımız ikinci maç sonrası eve dönmüştüm ve her ne sebepten olduysa derin düşüncelere dalmıştım. Maç sonrası, kendime öfkeliydim. Maçı kazanmıştık, 31 sayı atmıştım. Hatta maçı kazanmamızı garantileyen, son anlardaki köşe üçlüğünde de isabet bulmuştum. Seyirciler bunun üzerine daha da coşmuştu. Maçı kazanmanın mutluluğuyla evlerine dönmüşlerdi.
Ancak ilk yarıda pek de iyi şut atmamıştım, birkaç serbest atış da kaçırmıştım. Annemin bana mesaj göndermesi bile gerekmemişti. O biliyordu. Playofflar başladığında biraz geri çekilirdi.
O gece, yatakta oturuyordum, uyumaya çalışıyordum ancak bir türlü uykum gelmiyordu. Daha sonra fark ettim.
Her ne sebeptense Little Tikes’daki, annemlerin odasındaki o küçük potaya atış attığım günler aklıma geldi. O zamanlar oldukça komik göründü. O akşamı oldukça iyi hatırlıyorum ki, sanki dün gibi geliyor ancak orta okul ve kolejdeki bazı günler bambaşka bir hayattaymışçasına da hissettirebiliyor.
Daha sonra şu farkındalığı yaşadım. Farkındalık olarak adlandırmak komik gelebilir ancak gerçekten de böyle düşündüm…
Beş senedir bu ligdesin ve yalnızca 23 yaşındasın. Hayatını basketbol oynayarak idame ettiriyorsun. Sağlıklısın ve NBA Playoffları’ndasın. Buradasın. Hedefine varmış durumdasın. Şimdi, bundan sonra ne yapacaksın? Kendini gösterebilecek misin? Belki kulağa çok bariz gelecek ancak son birkaç sezonda sağlıklı kalamadığım için hayal kırıklığı içerisindeydim. En kötü tarafı da insanların “müzmin sakat” etiketini bana yapıştırmaya başlamış olmalarıydı ve bunu duymak benim için oldukça zor oluyordu. “Ben mi?” diyesim geliyordu. Bu kadar insan içerisinde futbolcu erkek kardeşleri tarafından her gün bilerek hırpalanan bir çocuğa diyorlardı bunu.