NBA’deki “Doksanlar” efsaneleri | ÇEVİRİ

Jordan’lı Chicago Bulls’tan bahsetmediğim bence gayet açık çünkü bana sorarsanız o takım herhangi bir dönemde birkaç kupa kazanabilirdi. Ben Bulls’un gayet zayıf olan rakiplerinden bahsediyorum. O Bulls takımı her dönemi domine edebilecek bir takım ancak her dönemi 90’lı yıllarda yaptıkları şekilde domine edemezlerdi. Her şey kusursuz gelişmişti onlar için. Bulls’un işine gelecek sakatlıklar, asla başarılı olamamış gelecek vaat eden yıldızlar, diğer koçların yaptığı hatalar ama bunlardan da öte en önemlisi ligdeki genişleme politikasıyla lige yeni katılan takımlar.

Jordanlı Bulls takımının o dönemlerde oynadıkları playofflarda bu kadar çok takımla karşılaşmış olmasının bir sebebi var. Karşılaştıkları takımların hiçbiri bir sonraki sene de o seviyelerde kalacak kadar iyi takımlar değillerdi. Detroit, Los Angeles, Cleveland, Portland, New York, Phoenix, Orlando, Seattle, Miami, Utah, Indiana… Genellikle takım basketbolunun ön planda olduğu dönemlerde bu kadar çok takım şampiyonluk döngüsünün içine girip çıkmaz. Bahsettiğimiz muhteşem sezonlarda playoffların gediklileri vardır, üst üste o seviyelere ulaşabilmiş takımlardır bunlar.

İlk zamanlarda Mikan’ın Minneapolis Lakers’ı, 60’larda Russell’ın Celtics’i ve Lakers, 80’lerde Lakers, Celtics, Pistons ve bir tarafta da Philly varken; 2000’lerde ve günümüzde ise Lakers, Spurs, Celtics ve Heat var. Harika sezonlardaki bu üst seviye takımlar sürekliliği olan ve kusursuza yakın oynayan iyi takımlardı. 70’ler ve 90’lar ise (Chicago’yu bunun dışında tutuyorum tabii ki) tam anlamıyla eşitlik sezonlarıydı ve hatta 90’lar, en azından takım bazında, gayet sıradan yıllardı. Tek tek Bulls’un karşılaştığı “rakipleri” inceleyeceğim ve neden yetersiz olduklarını anlatacağım şimdi sizlere.

Los Angeles Lakers ve Detroit Pistons (1991): Michael Jordan’ın ilk harika playoff serisinde, Chicago Bulls 80’lerin en iyi takımlarından ikisinden geriye kalanlarla karşı karşıya geldi. Doğu konferansı finallerinde, daha önce Bulls’u yedinci maçta yenmiş olan Detroit ile maç yaptılar. Fakat bu Detroit takımı farklı bir takımdı ve de Isiah Thomas’ın yaşadığı bilek sakatlığının da sayesinde Pistons’ı rahatça süpürdüler. Sonuç:  Detroit ciddi bir rakip değildi.

Finallerde ise Jordan vs. Magic eşleşmesi olarak da bilinen, Bulls-Lakers serisi oynandı. Tıpkı Detroit gibi Lakers da önceki sezonlardaki halinden uzaktı. Kareem birkaç sene önce emekli olmuştu, Michael Cooper yoktu, Byron Scott sakatlığı nedeniyle final maçında benchte oturmak zorundaydı, James Worthy ayak bileğindeki sakatlık yüzünden bütün seri boyunca topallamış ve final maçında da kenarda oturmak durumunda kalmıştı, Magic en iyi zamanlarının son aşamalarına gelmişti, Pat Riley’nin yerini Mike Dunleavy almıştı. Sonuç: Lakers ciddi bir rakip değildi.

Portland (1992): Yine guardların savaşı olarak tanımlanan bir başka eşleşmeyle karşı karşıyayız. Jordan’ın Bulls’u vs. Drexler’ın Blazers’ı. Portland sahada oldukça sert bir savunma ortaya koyuyordu ancak hücumda Clyde Drexler’a gereğinden fazla bağımlılardı. O senenin takımından Drexler dışında sayabileceğiniz bir tane iyi hücum oyuncusu var mı? Terry Porter? Danny Ainge? Cidden mi? Drexler zaten yardımcı rolde kullanılmaya daha uygun bir oyuncuydu (tıpkı  eski “Dream Team” üyeleri Malone, Ewing, ve Robinson gibi) ve muhtemelen Drexler bile kendisini hücumda 1 numaralı seçenek olarak göstermezdi.

O Portland’ın Drexler dışında hiçbir hücum opsiyonu yoktu. Jordan ve Pippen’ın da Drexler’ı sürekli yıpratması ve kötü şutlar kullanmaya zorlamasıyla Portland; sahanın iki tarafında da Bulls’u yenmelerine yetmeyecek, oldukça istikrarsız bir oyun sergiliyordu. Yani Portland da gerçek bir rakip sayılamaz.

New York (1993): 93 yılında Doğu Konferansı finallerinde New York Knicks seriyi altı maça taşımayı başardı ama gerçekten kazanma şansları yoktu. Kuşkusuz ki savunmaları oldukça iyiydi ve çok iyi bir stratejileri vardı. (MJ’ye double-team yap ve takım arkadaşlarına pas verecek kadar güvenmiyor olmasını umut et) Buna rağmen hücumları Bulls’la yarışamayacak kadar kötüydü. Her ne kadar “Turnikeye geçit yok” stratejileri Jordan’ı mucizevi bir şekilde durdurmuş olsa da -%39’la oynadı- hücumları bu savunmanın çok gerisinde kaldı. Zaten normal sezondaki hücum istatistikleriyle 27 takım arasından 22. olmuşlardı ve serideki altı maçın hiçbirinde 100 sayıyı göremediler. Gerçek şu ki Jordan biraz daha akıllıca oynamış olsaydı Knicks’i çok rahatlıkla süpürebilirlerdi. Sonuç: New York Knicks de Bulls’un rakibi değil.

Phoenix(1993): Phoenix, Doğu Konferansı finallerinde yedinci maçta Seattle’ı geçip, Bulls’la NBA finallerinde oynayabilmek için çok açık bir şekilde şikeli bir maçı kazandı.(64 serbest atış kullandılar!) Çok iyi hücum ediyorlardı ancak onların da savunmaları, özellikle de Michael Jordan gibi can alıcı skorerleri savunabilme konusunda, göreceli olarak daha kötüydü. Takımda perimetre savunmacısı olabilecek kimse yoktu. (Dan Majerle sahada her pozisyonu savunabilecek tek kişiydi ama o da, bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum, genç Michael Jordan’ı savunmak için biraz fazla beyazdı.) Barkley ve Tom Chambers’lı pota altı savunmaları da herkesin bildiği gibi rezaletti.

İki savunmadan sorumlu oyuncu, ikisi de kendi pozisyonları için kısa ve Chambers o dönemin en yumuşak oyuncularından biri. Tıpkı Drexler-Portland örneğindeki gibi burada da Phoenix takımı, baş skoreri olarak Barkley’e çok fazla bel bağlamış durumdaydı. KJ en heyecan uyandıran oyunculardan biriyken (1993’te henüz daha All-Star bile seçilmemişti) finallerin ilk iki maçında o kadar kötü oynadı ki; Westphal ikinci maçın karar anlarından birinde onun yerine Frankie Johnson’ı oynattı. Bu maçta hem ev sahibi avantajlarını hem seriyi rakibe teslim ettiler adeta. Doksanların takımlarının bir sorunu da takımlardaki kötü pota altı savunmaları ve hücumlarındaki tek bir kişiye bağımlılık. Buradan da anladığınız gibi Phoenix de Bulls’a rakip olabilecek kapasitede değildi.

Orlando(1996): Horace Grant, Bulls’la üç şampiyonluk yaşadıktan sonra Orlando Magic’e transfer oldu ve 1995 sezonunda, Jordan beysboldan basketbola geri dönüş yaptığında Bulls’a karşı playofflarda zafer elde ettiler. Bu da onlarda 72 galibiyetli Bulls’u yenebilecekleri yanılgısını oluşturdu. Tabii bu umutları kısa sürdü çünkü serinin ilk maçında Horace Grant sakatlandı ve serinin geri kalan maçlarında oynayamadı. Bu yetmiyormuş gibi serinin 3. Maçında da Nick Anderson sakatlandı. Bunları Orlando’nun aşırı gençliğine, ortalama savunmasına ve Shaq veya Penny dışında hiçbir skor opsiyonları olmamasına eklediğinizde Orlando da gerçek bir rakip olarak sayılmaktan çıkıyor.

Seattle (1995): Aslında Seattle’ın kadrosu da savunması da gayet iyiydi ancak hücumda onları ateşleyebilecek bir yıldız isimleri yoktu. Finallerde Sonics sadece bir maçta 100 sayı üretebildi ve geriye kalan maçlarda attıkları sayı 90, 88, 86, 89, ve 75’ti. Bu rakamlar yeterli değil. Kemp dışında hiç kimse istikrarlı bir şekilde skor üretemiyordu ve o da Dennis Rodman’ın savunmasına karşı çok çabalamak zorundaydı. Dürüst olmak gerekirse kimsenin 72 galibiyetli Bulls’u yenebilmesi mümkün değildi. Özellikle de Michael Jordan’ın 19’da 5 saha içi isabetiyle 22 sayıyla oynadığı, seriyi bitirecek maçı da Bulls’un 12 sayı farkla kazandığını göz önünde bulundurursanız Sonics’in de Bulls karşısında hiç şansı olmadığını göreceksiniz.

Utah (1997. 1998): Utah muhtemelen doksanlı yıllarda Bulls’un rakibi olmaya en yakın takımdı ancak bu, rakip olmayı hak ettikleri anlamına da gelmiyor. Utah’ın hücumu gerçekten çok iyiydi ama savunmaları en iyi ihtimalle ortalama olabilirdi. Boyu 2.05’in üstünde ve takımda çember altını savunabilen tek isimler olan Greg Ostertag ve Greg Foster ikilisinin de maçlarda pek iyi oynamadığı düşünülürse, Utah’ın boyalı alanda hiçbir caydırıcılığı yoktu.

Malone takımın en sert önalan savunmacısıydı ve yaklaşık olarak LeBron’un boylarındaydı. Stockton ve Malone tarihin en abartılmış oyuncularından ikisi bana sorarsanız ve Utah’ın bunun dışında hiçbir hücum gücü de yoktu. Bu iki isim sendelediği zaman Utah takım halinde yere çakılıyordu. Rodman, Karl Malone’u iki senenin finallerinde de çok iyi savunduğu için, oynanan 12 maçta Jazz sadece bir kere 90 sayının üstüne çıkabildi; bir kere de 98 finallerinin 3. Maçında inanması güç bir şekilde sadece 54 sayı atabildiler. Bir kere daha 90’lı yılların takımlarının tek bir kişiye aşırı bağımlılığının ve savunmada caydırıcı olamamasının örneklerini görüyoruz. Sonuç olarak Utah da Bulls’a rakip olamadı.

Indiana (1998): Tek bir şey söyleyeceğim, en iyi oyuncusu Reggie Miller olan bir takım Bulls’un şampiyonluk yarışında rakibi olabilir mi? Lütfen beni güldürmeyin.

11 of 12

Efsane 4: “Doksanlarda takımlar daha iyiydi”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

İlgili Haberler