Yazar: Marcin Gortat
Çeviri: Can Cönger/TrendBasket
New Jersey’deydim. Tek bildiğim buranın New York’a çok da uzak olmadığıydı. Aslında çok sessiz biri değilimdir ama o gün odanın köşesindeki kahve ve keklerin bulunduğu masanın yanında sessizce duruyordum.
Yanımdan Kevin Durant geçti, sonra Greg Oden. Kim olduklarını biliyordum ama onları sadece televizyonda görmüştüm. EuroBasket’ten tanıdığım birkaç kişi yanımda sohbet ediyorlardı ama hiçbiriyle arkadaş değildim. Bende sadece ayakkabılarıma bakıyor, başlamayı bekliyordum. Polonya’dan gelen 23 yaşındaki biri için NBA çaylak eğitim programı fazlasıyla göz korkutucuydu.
2007’nin Haziran ayı, Orlando Magic’e transfer olduktan hemen sonra, New Jersey’deki programın ilk gününe katılıyordum. Etrafımdaki herkesin yüzü tanıdık geliyordu ama hiçbiriyle tanışmıyordum. Garip bir yaz kampı gibiydi.
Adını hatırlamadığım bir oyuncu yanıma geldi ve beni şöyle bir süzdü.
“Hey, koca adam, kaçıncı seçildin?”
Gururla, “Elli yedi” dedim.
Adam kendi kendine kıkırdamaya başladı.
“Elli yedi mi? İki seneye ligden gönderilirsin”
“Orasını göreceğiz” diye yanıtladım.
17 yaşıma kadar hiç basketbol topuna dokunmadım. Neredeyse 18 yaşıma kadar, her Polonyalı çocuk gibi, geleceğimin futbolda yattığını düşünüyordum. Gülle atma, yüksek atlama ve 100 ile 400 metre koşuları gibi atletizm dallarını da denedim, ama ben futbolu seviyordum. Uzun boylu ve hızlı, doğuştan bir kaleciydim. Yine de, hiç oynamamış olsam bile, basketbol beni hep çok etkilerdi.
Futbol antrenmanından eve her geldiğimde, televizyonu açardım ve hep bir basketbol maçı olurdu. Ünlü bir Sırp basketçi olan Dejan Bodiroga’yı seyretmeyi çok severdim. Avrupa’nın her yerinde madalyalar ve şampiyonluklar kazandı. Muhtemelen basketbolun tohumlarını bana ilk eken onun Avrupa’da başardıkları oldu. NBA’yi de severdim, ama benim adamım Bodiroga’ydı.
Bir gün futbol antrenmanına giderken spor salonuna girdim. Ekipmanlarımı bir kenara bıraktım ve yerde duran topu elime aldım. Bodiroga gibi olabilir miyim, görmek istedim. İşte o zaman takım arkadaşlarım beni gördü.
“Marcin, ne yapıyorsun? Sen kalecisin.”
Gülüyorlardı.
“Evet Marcin, kaleye geç.”
Topu çembere doğru salladım. O benim ilk atışımdı. Girmedi, ama yakındı.
Takım arkadaşlarımdan biri, “Yanlış file Marcin.” dedi.
Hala gülüyorlardı.
Ama çok geçti. Topum parmaklarımda dönüşü, içimde çok güzel bir his bırakmıştı. O an basketbola tutulmuştum.
“Boş verin futbolu” dedim. “Ben basketbol oynamak istiyorum!”
Basketbolun Polonya’daki durumu… Pek de iç açıcı değil.
Şunu anlamalısınız ki; Polonya, Fransa ya da İspanya gibi NBA’ye her sene dört beş tane oyuncu gönderen bir ülke değil. Ben Polonya’dan NBA’ye gitmeyi başaran dördüncü basketbolcuyum ve şu an ki milli takım programımız göz önüne alındığında, uzun bir süre boyunca yeni bir kişi çıkmayacak gibi görünüyor.
Bunun temel sebebi, bu oyunu gençlere öğretmek için doğru düzgün bir programa sahip olmamamız. Şu an potansiyeli olan genç oyuncuları Amerika’ya göndererek orada Amatör Ligi basketbolu oynamalarınını sağlayan, daha sonra da bu gençleri Polonya’ya geri getirerek milli takıma oyuncu yetiştirmeyi hedefleyen gençlik kampları ve girişimciler var. Ben de onlara elimden gelen desteği vermeye çalışıyorum ancak bu programın ilk meyvelerini vermesi birkaç seneyi bulacak.
Bu durum hep böyle değildi. Eskiden daha iyiydik. Polonya basketi çok severdi. 60 ve 70’lerde milli takımımız neredeyse her Olimpiyat Oyunları’na katılmıştı, ve çok rekabetçiydik ancak doğduğum sene olan 1984’ten beri Polonya hiçbir Olimpiyat’a çıkmayı başaramadı.
Hatta bir zamanlar NBA maçları Polonya televizyonlarında yayınlanırdı. Çocuklar, Micheal Jordan, Grant Hill ve Shaq gibi basketçileri seyrettikten sonra dışarı çıkıp, basketbol oynamak isterlerdi. Fakat 1992 Yayınlama Düzenlemeleri sonrası basketbol ulusal televizyondan kaldırıldı. İşte o zaman her şey dağılmaya başladı. Sene 2001’di. Takımımızın antrenörüne futbolu bırakıp, basketbol oynayacağımı söyledim ve benim çıldırmış olduğumu düşündü.
“Ciddi misin? Neredeyse 18 yaşındayken basketbola başlayamazsın! Artık çok geç. Futbol kariyerini bir kenara atamazsın”
“Biliyorum hocam, ama denemek istiyorum. Ne yapabileceğimi görmem lazım.”
Bu kararım karşısında çok şaşırmıştı, ama eğer geri dönmek istersem kapının her zaman açık olduğunu söyledi.
İki gün sonra, ilk basketbol antrenmanıma gittim. O günden itibaren hiç kalecilik yapmadım.
İlk gün basketbol koçları beni görünce çok heyecanlandılar. Daha önce kalecilik yaptığım için ellerimi ve ayaklarımı çok iyi kullanıyordum. Tabii ki uzun boyum çok işime yaradı. Her ne kadar daha öğrenecek çok şeyim de olsa onlar bana, ben de onlara inandım.
Daha hiçbir şeyden haberim yokken mahalle takımım olan ŁKS Łódź’da profesyonel olarak oynuyordum. Doğup, büyüdüğüm yerin takımında oynamak muhteşem bir şeydi. Aynı sene Genç Milli Takım ile oynamaya başladım. Ne kadar da çılgın bir şey? Basketbol oynamaya başlayalı bir sene olmasına rağmen şimdiden milli takım sistemine girmiştim.
İşte o zaman anladım ki Polonya’nın basketbol yapısı dağılıyordu.
Önce, federasyon milli takıma hiç uygun olmayan birkaç koçu göreve aldı. Takım çok fazla maç kaybetmeye başladı ve disiplin yerlerdeydi. Tamamen bir faciaydı. Bu sebeple federasyon bir sürü sponsorunu kaybetti. Paramız yoktu ve dolayısıyla başka ülkelerin takımlarının sahip olduğu birçok şeye sahip değildik. En iyi tesisler yerine, en kötü spor salonlarını kullanıyor; beş yıldızlı oteller yerine, en pis yerlerde konaklıyorduk.
Łódź’da bir sene oynadıktan sonra antrenörlerim beni çok şaşırtan bir şey yaptılar ve takımın canını yakacağını bilmelere rağmen beni Polonya’dan ayrılmaya teşvik ettiler. Kariyerim için en iyisinin, daha iyi öğrenim görebileceğim ve üst seviye bir programa katılabileceğim bir ülkeye gitmek olduğunu söylediler. Sırbistan’ın efsanesi, Dejan Bodiroga aklımdaydı. Sırp basketbolunun 90’larda bu kadar iyi olmasının bir sebebi vardı.
Ancak tabii ki, yetenek avcıları Łódź’daki maçlarımı seyretmek için sıralara falan girmiyorlardı. Bu, Vince Carter sağ olsun değişmek üzereydi.
2003’te Polonya U20 Milli Takımı ile bir turnuva için Fransa’ya gittik. Burada ilk smaç yarışmama katıldım.
İlk denememde bacak arası yaptım. Büyük bir marifet değildi.
İkinci denememde biraz hava atmak istedim, ben de bir Vince Carter yaptım. Tüm kolum çemberin içinde smacı bastım, yani çembere dirseğimle tutulmuş, havada asılı duruyordum.
Tabii ki Vince ile hiç yüz yüze tanışamadım ama Polonyalı çocuklar bile Vince’in smaçlarını bilir.
Benim için dönüm noktası o smaç oldu.
Kısa süre sonra, RheinEnergie Cologne, profesyonel bir Alman takımı beni transfer etmek istedi – basketbol topunu ilk elime aldıktan neredeyse 18 ay sonra.
Her ne kadar Cologne’deki ilk senemde pek forma şansı bulamasam da hala yetenek avcılarının takibindeydim. Bana yakın insanlar 2005’te seçmelere katılmamı söylediler. Ben de onları dinledim ve katıldım.
NBA seçmelerinin nasıl işlediğiyle ilgili hiçbir fikrim yoktu. Menajerim bana ilk turda 30 kişinin seçildiğini ama benim o ilk 30’a girmemin imkansız olduğunu söyledi. İkinci turda ise 30 seçim daha yapılacaktı. İkinci turun başlarında seçileceğime emindi.
İlk tur bitti ve ben seçilmemiştim. İkinci tur başladı ve hala bir şey yoktu. Kırklı sayılara ulaştığımızda ismim hala okunmamıştı. O noktada menajerim bana belki de hiç seçilmememin daha iyi olacağını, bu sayede haklarımı elimde tutabileceğimi anlattı. Almanya yolu gözükmüş gibiydi.
İkinci turda dört seçim kala adımı duydum. Suns’ın beni 57. sırada seçtiğini duyduğumda haklarımın bir önemi kalmamıştı. Her ne kadar Phoenix onları 10 dakika sonra Magic’e takas etse de ben inanılmaz heyecanlıydım. Az önce NBA’ye seçilmiştim ve bu benim için önemli olan tek şeydi.
Orlando’ya gitmek için sabırsızlanıyordum. Dağın tepesine kadar tırmandığımı, bir an önce takımın bir parçası olup, uzun, güzel bir kariyere sahip olmayı düşlüyordum. Sonra Brian Hill’le tanıştım.
Brian Hill’den nefret ediyordum.
Şimdilerde Hill, Magic’in spikeri, ama 2005’te bizim koçumuzdu ve kesinlikle bana taktığını düşünüyordum.
2005 yaz sezonunda ilk maçıma çıktım ve maç sonunda Hill, bana Avrupa’ya geri dönmem gerektiğini söyledi. Hayal kırıklığına uğramıştım.
Bir sonraki yaz takıma girebileceğime emindim. Almanya’da müthiş bir sene geçirmiş, yaz sezonunda da çok iyi bir performans sergilemiştim ama Koç Hill beni yine takımdan kesti.
Tam anlamıyla yıkılmıştım. Bir daha asla NBA’de oynayamayacağımı düşünüyordum.
Hayatımda neredeyse hiç başarısızlığa uğramadım ve bunun ilk olmasından korkuyordum. Başarısız olmaktan, Polonya’ya geri dönmekten korkuyordum. Aman tanrım, ne yapmalıydım?
Başarısız olmama izin vermeyecektim.
Sahip olduğum bir özellik, çalışkanlığımdır.
Sezon haricinde spor salonuna gitmeyi ve çalışmayı çok severim. Spor salonunun bir kölesiyim de denilebilir. Şimdi bile herkes partilerdeyken, havuz partileri, tekne partileri verirken ve Vegas, Miami, Bahamalar’a veya herhangi bir yere giderken ben her gün gururla spor salonlarında kıçımı yırtıyorum. Ayrıca o Vegas kulüplerinden birini düşünebiliyor musunuz? Hadi ama!
Almanya’da bir muazzam sene daha geçirdikten sonra (takım tarihinde ilk defa EuroLeague oynadığımız bir sezondu) başarmaya endekslenmiş bir şekilde NBA yaz sezonuna geri döndüm. Ayrıca oyunumu daha da geliştirebilmek için yazımı, büyük oyuncuları seyrederek geçirdim. Kevin Garnett ve nasıl iletişim kurduğunu ya da Tim Duncan’ın pota etrafında nasıl defans oynadığını izledim.
Ayrıca o yaz Stan Van Gundy göreve geldi.
Sonra bir bakmışım, takımdaydım.
Söylemeden etmeyeyim, Brian ile aramız gayet iyi. Birkaç sene önce ona, zamanında beni bir türlü takıma almadığı için ondan ne kadar nefret ettiğimi söyledim. Onun daha savunmacı olmasını bekliyordum, ama beni şaşırttı. Bana Avrupa’ya geri gönderdiği kişi ile şu anki Marcin’in çok farklı olduğunu söyledi.
Haklıydı. Kesinlikle o zaman böyle düşünmüyordum, ama şimdi anlıyorum ki Koç Hill beni geri göndererek bana çok büyük bir iyilik yapmış. Beni oyunumun her yanını değiştirmem, daha güçlü olmam ve kendimi hiç olmadığı kadar ileri taşıyabilmem için zorladı. Kendime inandığım sürece doğru zamanı – benim zamanımı beklemem gerekiyordu.
Basketbol topunu ilk elime aldıktan üç sene sonra, NBA’ye seçildim. Bundan iki sene sonra, NBA’de oynama seviyesine ulaştım. İki sene sonra NBA Finalleri’nde oynadım. Kısa süre önce biri bana, benim dışımda 57. sırada seçilip de ligde 10 seneden fazla kalmayı başaran tek kişinin Manu Ginobili olduğunu söyledi. Hiç fena değil.
Bazen, 2007’de New Jersey’deki o otelin konferans salonunu ve benden önce seçilen tüm o oyuncuları düşünüyorum. Birçoğunun muhteşem kariyerleri oldu. Diğerleri ise ligden ayrılmadan önce sadece birkaç sezon tutunabildiler. Sanırım en çok gurur duyduğum, on sene boyunca her sezon kendimi nasıl biraz daha ileri taşıdığımdır. Tabii basketbol topunu elinize ilk defa 17 yaşınızda alırsanız, yakalamanız gereken çok şey oluyor.
Arada sırada NBA eğitim programında, kahve ve keklerin durduğu masanın yanında, benimle konuşan adam geliyor aklıma. İlginç bir şekilde, belki de beni, kendime karşı şüpheye düşürerek, kendime inanmamı sağladı. Ona teşekkür etmek isterim, ama ona ne olduğundan tam olarak emin değilim.