Adamın dibi olduğumu düşünüyorum. Üzerimde Lehigh basketbol eşofmanlarım, yüzümde kocaman bir gülümseme, sınıfa gitmeye hazırım. O hafta NCAA Turnuvası’nın başlayacağı haftaydı ve ilk turda Duke ile oynayacağımızı daha yeni öğrenmiştik. Bütün kampüs çok heyecanlıydı.
[Lehigh] Kadınlar Basketbol Takımı’nda bir oyuncu olan komşumu sokağın karşısında gördüğümde, kampüsten kampüs dışındaki evime doğru yürüyordum. Bir merhaba demek için oraya yürüdüm, göğsüm kabarmış bir şekilde.
“Hey C.J., nasıl gidiyor?” diye sordu. “Duke ile oynayacağın için heyecanlı mısın?”
“Hayır, Duke’u yeneceğim için heyecanlıyım.” dedim.
Gözlerini devirdi. “Evet, ama Austin Rivers’ı kim savunacak?”
“Ee… Ben.”
“O halde sana iyi şanslar.”
“Teşekkürler.”
“Hey bu arada, ona numaramı vermeyi düşünür müsün?”
Bunu hiçbir zaman unutmayacağım. Saygısızlığa uğramış gibi mi yoksa başka bir şekilde mi hissedeceğimi bilmiyordum. Egom zedelenmişti. “Kahretsin!” diye düşündüm. Onun şüpheciliğini anlayabiliyorum. Ne de olsa biz on beşinci sıradaydık. Ama bütün hafta boyunca insanlara Duke’u yeneceğimizi söylemiştim. Ve buna gerçekten inandım. Bir “underdog” olarak bir şansınızın olması için, belirli bir zihniyete sahip olmanız gerekir. Sekiz milyon kişinin televizyondan izlediği bir maçta Golyat’ı devirme imkânı ayağınıza geldiğinde, bunu gerçekleştirmeye can atıyor olmalısınız.
Bu sürprizi gerçekleştiren hatırlayabildiğim tek on beşinci sıra takımı, Arizona’yı şoka uğratan Steve Nash önderliğinde Santa Clara’ydı (1993)1. O zamanlar sadece iki yaşındaydım, ancak Youtube’un sihri sayesinde, beni doğru zihin yapısına sokması adına o maçtan görüntüler izleyebildim. Fark ettiğim ilk şey Nash’in Arizona savunmasına ne kadar agresifçe saldırdığıydı, özellikle son dakikalarda.
“Tamam, bütün ihtiyacımız olan pozisyon yaratabilecek bir gard ve o andan korkmayacak üçüncü veya dördüncü sınıf öğrencilerinden oluşan iyi bir yardımcı kadro.” diye düşünüyordum. Turnuvada bir sürpriz yapmak için tüm gereken buydu. O hafta antrenmanda koçlarıma söyledim, “Eğer 30 sayı ve 5 asist yaparsam, kazanacağız.”
Açıkça, insanlar bana güldüler. Öz annem beni çağırıp “Bir Mart Çılgınlığı şablonu (bracket) doldursam mı? Bebeğime karşı bir seçim yapmak istemiyorum ve Duke’a karşı kendini göstereceğini biliyorum.” dedi.
Ben de ona “Top 16’da kaybedeceğimizi yaz. Duke’u yeneceğiz, Xavier’i yeneceğiz. Ondan sonra, herhalde Baylor’a kaybederiz.” dedim.
İsterseniz bana bir realist deyin.
Turnuva için Greensboro, North Carolina’ya vardığımızda, dikkatimi çeken ilk şey Duke oyuncularının giydiği kıyafetler oldu. İnsanların bu tip şeylere ne kadar önem verdiğimizi anladığını düşünmüyorum. Duke, bir Nike Elite okuluydu ki bu da delicesine fazla miktarda kıyafet- dar formalar, ter tutmayan özel bir maddeden yapılmış şortlar, kişiye özel ayakkabılar, artı her çeşit ısınma şeyleri- aldıkları anlamına geliyordu. Lehigh’da, biz olabilecek en az sayıda şeye sahiptik (*öhöm*… Ta ki Duke’u yenene kadar). Formalarımız, Eastbay katalogundan da alabileceğiniz, üzerinde blok harfler olan seri üretim formalardı. Yılda birkaç çift ayakkabı alırdık. Büyük seçim ise hangi rengi seçeceğinizdi: Siyah veya Beyaz. 20 maç aynı ayakkabıları giyer ve turnuvadan önce yeni bir çifte geçerdim.
Kafamı karıştıran küçük bir şey de Nike’ın bize turnuva ayakkabılarını göndermesi ancak ayakkabıların düşük bilekli olmasıydı. Daha önce düşük bileklilerle hiç oynamamıştım, ama pek de bir seçeneğiniz yok. Turnuva ayakkabılarını giymek zorundasınız. Böylece Duke maçından iki gün evvel ayakkabıları parçaladım. Çok tuhaf hissettiriyordu. Bunun neden bu kadar büyük bir mesele olduğunu sadece basketbolcular anlayacaktır.
Maça girmeden, kendimi hafif bir havayla taşımam gerektiğini biliyordum. Duke’a teslim olmayacağımızı bildirmek zorundaydım. North Carolina bizden hemen önce oynamıştı ve biz ısınmak için sahaya çıkmaya hazırlanırken, Harrison Barnes ve Kendall Marshall çıkış tünelinin orada takılıyorlardı. Onlara “Hey, taraftarlarınıza bizim maç için kalmalarını söyleyin. Biz küçük bir okuluz, birader. Biraz desteğe ihtiyacımız var.” dedim.
Harrison, “tabi canım, tabi” der gibi güldü.
Ama ben “Harbi söylüyorum. Bir şov sergilemek üzereyim. Buralarda kalın.” gibi bir kafadaydım.
Isınmak için sahaya çıktığımızda, Duke oyuncuları kafamızın içine girmeye çalışıyorlardı. Trash talk erken başlamıştı. “Lehigh da nedir? Lehigh’ı hiç duymadım.” Bu tip şeyler işte. Onlara karşı ters psikoloji denedim. “Dostum, burada çok fazla taraftarınız var. Kaybetmeniz bir utanç olur, değil mi?” gibi şeyler söyledim.
Karşılaşma başladığında, hemencecik bir şansımız olduğunu biliyordum. Birkaç dakika içinde, Josh Harrison’ı baseline’da geçtim ve dudaklarımı yalayarak savunmaya döndüm.
Ne düşünüyordum bilmiyorum. İşte bu kadar yerimde duramıyordum. Açtım. Yemek zamanıydı.
Maçtaki kilit an bitime iki buçuk dakika kala geldi. 56-54 öndeydik. Çember etrafında daha yeni bloklanmıştım. Bu olduğunda, özgüveniniz birazcık zedelenebilir. Sinebilirsiniz. Sadece “Pekâlâ. Şimdi kazanma zamanı.” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Duke çember altında bir şut kaçırdı ve ribaundu aldık. Yüksek bir pick-and-roll için topu yarı sahaya getirdim. Bir çalım ile içeri girermiş gibi yapıp dışarı çıktım, topu kaldırıp üçlüğü gönderdim.
Bu komik çünkü geçen gece uyuyamadım ve maçı Youtube’da yeniden açtım ve ben tam da perdeyi işaret ederken sunucu, “Bence C.J. McCollum buradaki bir başkası için şut imkânı yaratabilir. Bomboş kalmadığı sürece şut atması gerekmiyor.” diyordu. Cümlesini bitirdiği sırada top içeri giriyordu.
Top fileden girdiği sırada, kafamın içinde, “Kazandık!” dedim.
Sonraki hücumlarında Duke, bir şut kaçırdı ve takım arkadaşım John Adams topu saha boyu sürüp smaçladı. Kamera Duke taraftarının şaşkınlığını gösterirken Jim Nantz’in “Mutlak Çılgınlık!” diye bağırdığı an, tam da o andı. O an hala tüylerimi diken diken ediyor.
Koçlarıma 30 sayı ve 5 asiste ihtiyacım olduğunu söylemiştim. Karşılaşmayı 30 sayı ve 6 asistle kapattım.
Kronometre sıfırı gösterdiği an çılgıncaydı. Sahadan dışarı yürürken yüzlerinden gözyaşları dökülen bazı ponpon kızları gördüğümü hatırlıyorum.
Soyunma odasına vardığımda, yaptığım ilk şey telefonumu kontrol etmekti. Ortalığı yakıyordum, adamım. Sanırım bir noktada yüz okunmayan mesajım vardı. Kampüsteki sevincin videolarını alıyordum. Twitter hesabım patlamıştı. Nihayet takipçiler gelmişti. Tam formumda olduğumu düşünüyordum, adamım.
Otele geri döndüğümüzde, sabah dörde kadar uyuyamadım. Bütün basın toplantılarını izledim. Her şeyi görmek istedim. Koç K’yi (Krzyzewski) orada Lehigh’a kaybetmek hakkında konuşurken görmek gerçek üstüydü. Küçük bir okuldan gelip en iyilerle oynayabileceğimi kanıtlamaya çalışan küçük bir çocuk olarak, onun benden övgüyle bahsettiğini duymak delice bir şeydi. Benim mantalitemi Christian Laettner ile bile karşılaştırdı ki buna inanamadım.
“Onun sahada olması herkesi daha iyi yapıyor” dedi. “O size pas attığında, başarmanız gerektiğine inanırsınız.”
Otel odamda yatağımda oturup bunu izlemek “Oha!” dedirtti. Haydi, bundan sonra gidip uyumaya çalış.
Bütün gece takım halinde oturup maç hakkında konuşmamak elimizde değildi ki bu bence Xavier’e karşı oynadığımız bir sonraki maçta canımızı yaktı. Neticede on sekiz sayılık bir üstünlüğü kaybettik ve annemin şablonunu berbat ettim. Bu hala beni öldürüyor.
Kampüse geri döndüğümüz an dehşetti. Sabah ikide indik ve nihayet sabah üçte antrenman sahasına gidebildik, orada bizi karşılamak için bekleyen büyük bir kalabalık vardı. Demek istediğim, burası Bethlehem, Pennsylvania. Bu şekilde karşılandığımıza inanamadım.
Delice olan şey ise vizeler sırasında geri dönmüş olmamızdı. Lehigh gibi akademik bir okulda, bu şaka değil. Şanslıyım ki birkaç profesörden “Eyvallah!” (shoutout) aldım. Bir ders sırasında, bir Profesör Powerpoint sunumuna benim resmimi iliştirmiş ve [Profesör] “Bu adam geçen hafta dersi kaçırdı ama sanırım oldukça iyi bir bahanesi var” der gibiydi.
Diyebiliriz ki hayatımın muhtemelen en iyi ayıydı. Birkaç gün sonra komşuma rastladım.
Sakin davrandım. “Hey, Austin’e numaranı veremedim üzgünüm” dedim. “Gerçi ona Twitter’dan ulaşabileceğine eminim.”
1: O unutulmaz maçın geniş özetini buradan, tamamını ise buradan izleyebilirsiniz.
İçeriğin orijinal hali The Players’ Tribune internet sitesinden alınmıştır. C.J. McCollum tarafından yazılan bu yazının İngilizce aslına şuradan ulaşabilmeniz mümkün.