Gerçek bir sahne mi görmek istiyorsunuz? Peki. 2001’de Teaneck, New Jersey’de yapılan ABCD kampı… gerçek bir sahne. Çılgıncaydı. Oradaki heyecan daha önce hiç tanık olmadığım bir şeydi. O dönemler lise basketbolu sadece söylentilerden ibaretti, Instagram veya YouTube veya herhangi bir sosyal medya yoktu. Başka bir oyuncu hakkında tüm bildiğin onun hakkında duyduklarından ibaretti. Tabii ki o zaman dek hiç karşılaşmadıysanız. Dergideki isimlerden başka bir şey değillerdi, bir sıralama. Bir fikir.
Bunun da ötesinde bu benim ulusal ilk kampımdı. 17 yaşındaydım. Hayal edebiliyorsunuz değil mi? Kocaman bir salon, altı veya yedi tane saha. Salon tıka basa dolu. (Hayır, bir saniye. Birkaç bin fazladan ekleyelim. Ucuz CGI efektlerinden kalabalık oluşturmuş düşük bütçeli filmlerden biri olsun istemiyorum). Pekala, GERÇEKTEN TIKA BASA DOLU. Önemli her scout orada. Ulusal medyanın her türü orada. Ülkedeki en iyi lise basketbolcularından üç yüz tanesi orada. Ve ben de son derece hazırım. Tamamen odaklanmışım. Bir sene önce büyük kampların hiçbirine davet edilmiyordum. İlk yüz listesinde bile değildim. Bunun kendimi nasıl hissettirdiğini hayal edebiliyor musunuz? Şimdi ise o muhteşem çıkışı yapmıştım ve buradaydım. Kaybettiğimiz zamanı telafi ediyorduk. Bu heriflerin hepsini alt etmeliydim.
Kampın ilk maçı, bütün scout’lar koltuklarında.
Dediğim gibi: Hazırım ve konsantreyim.
Ama daha sonra komik bir şey oldu. Karşı takımdan bir çocuk maç başlamadan önce yanıma geldi. Çok kalıplı değil ama 16 yaşındaki biri için oldukça iyi bir fiziği var. Daha sonra ise aynen şunlar yaşandı: Çocuk beni işaret etti, sonra bana baktı ve tekrar işaret etti.
Ardından da şöyle dedi: “O bende, ben tutacağım!”
NE?
Yukarıda bahsettiğim gibi o seviyedeyken eğer karşılıklı oynamadıysanız kimin kim olduğunu ve nasıl oynadığını bilmiyorsunuz. Ve eğer siz benseniz yani sahadaki en uzun oyuncuysanız gerçekten kimin kim olduğunu umursamıyorsunuz.
Sahada bütün havamla yürüyorum tabii. “İyiyim ben ya!” diye düşüne düşüne.
Uyuz bir tip değildim aslında, tamam belki birazcık öyleydim. Ama aynı zamanda iyiydim de. Hızlıydım ve tüm olayım buydu. Zayıftım ama beni yakalayamazdınız. Tüm sahayı geçip smaç basardım, blok yapardım, ayrıca topu da ben yönlendirirdim, ben taşırdım, üçlük atardım. Yani istediğimde benim olanı alırdım. Ne istersem onu yapabilirdim.
Beni tutmak mı? Bu, bay hiç kimse beni mi tutacakmış? Evlat, ben seni tutacağım! diyordum kendi kendime.
(Şimdi bu sahnede, tam şu an, bu zamanı ileri sarma ses efektlerinden birini kullanırız diye düşünüyorum. Sanki şey diyormuşuz gibi: “Hazırsanız işleri çok uzun bir geleceğe taşıyacağız, günümüze”).
[İLERİ SARMA TUŞU SES EFEKTİ, ZAMAN YOLCULUĞUNU GÖSTERİYOR]
Birkaç hafta önce o 2001 maçının kaydını izliyordum.
Komik bir şey duymak ister misiniz? Gerçekten çok iyi oynamıştım.
Komik diyorum çünkü şöyle anlatayım: O gün salonda olan tek bir kişinin bile oynadığım oyuna dair bir şey hatırladığını sanmıyorum. Çünkü o gün tüm gözler benim tuttuğum çocuktaydı. “Bay Hiç Kimse.”
Oyunu ise hiç kimseden çok daha fazlasıydı. Anlatacağım.
Her şeyi yaptı, her şeyi kolayca yaptı. Seneler sonra bu kaydı izlerken gözüme takılan da bu oldu. Hepimiz baskı altında hissederken o nasılsa bunu hiç hissetmiyordu. Soğukkanlı olmanın bambaşka bir seviyesindeydi. Gözüme takılan bir diğer, belki de zaten göz önünde olan, şey de çocuğun oyunuydu. Daha o zaman bile çok eksiksiz bir oyunu vardı. Atletler, şutörler, smaççılar… Birçok insanın içinde olduğu bir salondaydık. Geleceğin kolej yıldızları, geleceği profesyonelleri. Fakat o sahada daha şimdiden her şeyi eksiksiz olan tek bir kişi vardı. Şimdi geri dönüp bakınca fark ediyorum ki onu da aslında halkın önüne sunan asıl etkinlik de o kampmış.
Maçın sonuna doğru koçuma, ortada olan tek soruyu sordum:
“Koç, kim bu çocuk?”
Cevap olarak sadece kafasını salladı. Bana sanki kalbi kırılıyormuş gibi baktı. Sanki beni yanına oturtup Noel Baba’nın gerçek olmadığını söyleyecek gibiydi:
“O çocuk, LeBron James.”