Size New York Liberty takımındaki arkadaşlarımın çoğuna bile söylemediğim bir şey söyleyeceğim: Gece yatağa gittiğim zaman, sokak kapımın kilidini tam üç kere kontrol ediyorum. Sonra, kapının önüne bir sandalye koyuyorum. Daha sonra ise uykuya dalarken bana eşlik etmesi için televizyonu sessiz modunda açık bırakıyorum.
Güney’e ailemi geri ziyarete gittiğim zaman yaşadığım bir şeyden ötürü hala anksiyete ile baş etmeye çalışıyorum. Kendisine çok yakın olduğum bir akrabam, kamu konutlarından daha düzgün bir mahalleye taşınmıştı. Ona Tanya diyelim. O benden yaşça biraz daha büyük, 29 yaşında-bense 25. O yüzden Tanya’nın 3 çocuğu benim yeğenlerim gibiler. Çocuklar için ilk defa kamu konutları ortamından özel bir yerleşime geçmek büyük bir olaydı. Oraya gittiğimde, bana yeni evlerini göstermek için çok heyecanlanmışlardı.
Yan odadaki kapının çarpma sesini duyduğumda oturma odasındaki koltukta uyuyakalmıştım. Bam. Sıçrayıp uykudan uyanmama sebep oldu. İlk düşüncem Tanya’nın erkek arkadaşının eve geldiğiydi. Ama sonra telefonu elime alıp saate baktım: sabah 03.49. Her nedense, bunu hiç unutamayacağım. Yılların hayatta kalma tecrübesi beni bir şekilde ele geçirdi ve “Oh oh, bir şeyler yolunda gitmiyor”. Diye düşündüm.
Yattığım yerden dönüp kapıya doğru baktığımda, kırmızı kapüşonlu bir adamın elinde silah tuttuğunu gördüm. Kanepeye doğru yürüdü. Arkasındaki başka bir adamsa, elinde makinalı tüfek tutuyordu.
Olay şu ki, bu senaryonun üstünden kafamda daha önce çok kez geçtim. Bu tür kamu konutlarında yaşayan aşağı yukarı herkesin kafasında bu tür düşünceler vardır. Çocukken, her gün silah sesleri duyardım. Kendi kendine düşünüyorsun, bana bu tür bir şey olursa silahı kaparım, telefonumu alır 911’i ararım. Şunu, bunu ve bunu yaparım.
Ama gerçek hayatta bir silah gördüğünüzde, bu tür şeylerin hiç birisini yapmıyorsunuz. Filmlerdeki gibi olmuyor. Sadece donakalıyorsunuz.
Yeğenim yerde, benim yanımda uyuyordu. Gecenin yarısında odasının çok sıcak olduğunu söyleyerek buraya gelmişti. Şimdiyse sadece onu odasına geri göndermiş olmayı diliyordum. Yuvarlanarak onu uyandırdım. Sonraysa ayaklanarak, “Bizi soyduğunuzu biliyorum” dedim.
Kırmızı kapüşonlu adam yanıma gelerek “ kapa çeneni” dedi. Alnıma silahı dayayarak yere yatmamı söyledi. Yeğenimin tam üzerine uzandım.
Sonra, kafamın tam arkasında silahı hissettim. Ve çok yavaş nefes almaya başladım.
“Ne istiyorsunuz?” diye sordum. “Burada küçük çocuklar var”. “Kapa çeneni” diye yineledi. Sonra kafamı silahı daha sertçe bastırmaya başladı.
15 dakika boyunca yerde öylece yattık. –Adam kafama silahı dayamaya devam ederken, ortağı Tanya’nın odasına doğru gitti. Diğer çocuklar ise odalarında uyuyorlardı. Onlar uyanmasın diye dua ediyordum.
Yeğenime yavaşça, “Dinle, benim eşyalarımın nerede olduğunu biliyorsun değil mi? Eğer bana ya da annene bir şey olursa sen iyi olacaksın, tamam mı?” diye fısıldadım.
Neler olduğunu göremiyor, ancak duyabiliyordum. Tanya onlara ” Burada paramız yok. Sadece ne almak istiyorsanız alın ve çıkın” diye bağırıyordu. Sonra şok tabancasının sesini duyduk. Tanya çığlık atıyordu. Ona parayı nerede sakladığını sormaya devam ettiler. O noktada, büyük ihtimalle öleceğimi düşündüm. Sadece çocuklara zarar vermemelerini umdum. Sonra, bir anda arkamdan silahın kalktığını hissettim. Bütün duyduğum, ayak seslerinin evi terk ettikleriydi.
Bu noktada Tanya’nın diğer iki çocuğu uyanmış ve çığlık atmaya başlamışlardı. Sonra, ön bahçede silah seslerinin çınladığını duydum: Pat, pat, pat, pat. Sonra, ortalık sessizleşti. Birkaç dakika sonra Tanya’nın erkek arkadaşı eve girdi. Soyguncular Tanya’ya şok tabancasıyla saldırmaya devam ederken , koruma için sakladığı kayıtlı tabancasını alabilme şansı buldu. Soyguncular sersemledi ve Tanya’nın erkek arkadaşı onları evden kovaladı.
Bilirsiniz, çoğu insan bu tür durumlarda ağlamaya başlar. Ben çevremde bir sürü çılgın şeylerin yaşanıp, ağlamadığım bir sürü şeye şahit oldum. İşte bu his yine midemdeydi. Sanki, “ işte … yine başlıyoruz” gibi.
Polis hiçbir zaman soyguncuları yakalayamadı. Benim geldiğim yerde, bu tür şeyler nadir görülmez. Genellikle sokaktaki ya da daha önce hapse girmiş insanlar kimin yaptıklarını polisten önce bilirler. Söylemesi üzücü olsa da, gerçek şu ki akışına bırakmak gerek. Bunu içine çekip, hayata devam etmek vaziyetindesin.
Uzun süre travma altında kaldım. Ama sizi şoke edecek bir şey: benim için soygunculara sinirlenmek zordu. Hiçbir zaman insanların nelerden geçtiğini bilemezsiniz. Ben onların geldiğine benzer bir mahalleden geliyorum. Ben uyuşturucu satıcıları, soyguncular ve dolandırıcılarla büyüdüm. Onlar benim arkadaşlarımdı. Hatta bazıları benim ailemdendi. Bizim büyüdüğümüz yerde, insanlar birbirlerinin üstüne basarak başarıya ulaşmaya çalışırlar. Herkes ne pahasına olursa olsun başarıya ulaşmaya çalışır. Ancak en tepeye ulaşmanın pahası, bir başkasını aşağıya çekerek gerçekleşir. Gerçek yoksulluğu anlamayan insanlar ,” niçin sadece dürüst olarak çalışıp kendilerini toparlayamıyorlar?” derler. Ama gerçek şu ki, ekonomi var olmayan bir olgu. Eğer kendi sınıfında ya da sporda doğal bir dahi değilsen, seçeneklerin McDonald’s ‘ da asgari ücret ya da uyuşturucu satıp dolandırmaktır. Benim mahallemde Wal-Mart’ta çalışmak (Migros gibi) iyi bir iş sayılıyordu. İnsanlar hiçbir zaman “ üniversite” sözcüğünden bahsetmezlerdi bile. Bu , Ay’a gideceğini söylemekle aynı şeydi.
Ne görüyorsan, onu biliyorsun. Eğer ailen çalıyor ve satıyorlarsa , sen de çalıyor ve satıyorsun. Bu bir döngü.
Bunu biliyorum, çünkü ben de döngünün bir parçasıydım. Ağabeyim ve ablam hapishaneye girip çıkmışlardı. Mahalle çocukları evimizin önünde uyuşturucu satıp zar atarlardı. Ben burada basketbol oynamayı öğrendim. Abim evin yanına, tahtadan bir panyası ve eğri bir çemberi olan bir pota ayarlamıştı. Annem bana bir dolar verirdi ve ben de doğru dışarı uyuşturucu satıcılarına benimle oynamaları için atışı bir dolarına meydan okurdum. İlk başta bana bakıp, “ bu kız ciddi mi?” diye düşünürlerdi. Ama onlar zar atıp dışarıda takılırlarken, ben şutuma çalışırdım. Sonra, onların paralarını almaya başladım.
Bazen satıcılar çocuklar üstünden bahis yürütmeye başlarlardı. O zaman siz de bire bir hücum yapmaya başlardınız ve birden herkese şapkaya para atmaya başlardı. Bir kere, bir adam bana 100 dolar koymuştu ve ben de kazandım. Adam bana 50 dolar vermişti. O an, turnayı gözünden vurduğumu düşünmüştüm.
Ben kaosun içinde büyüdüm. Kesinlikle bunu anlatacak başka bir sözcük yok. Ama spor benim için her zaman günden güne mücadelemle başa çıkma biçimiydi. Şimdi bu noktaya kadar, hikayem size beklediğiniz gibi gelmiş olabilir. Kendi kendinize, “Gördün mü? Yoksulluktan kurtulmak için başını yukarıda tutman ve çok çalışman yeterli” diyebilirsiniz. Kendini iyi hissettiren filmlerde bu böyle yürür. Ama gerçek hayatta yoksulluk böyle yürümüyor.
İşte şöyle yürüyor: Ben 14 yaşındayken, liseye yeni başladığım zaman annem çok ama çok hastalanmaya başlamıştı. O zaman bilmiyordum , çünkü bilmek istemiyordum ama onda deri veremi vardı. Daha gençken annem bana: “Bir nokta gelecek ve ben artık burada olmayacağım, ve kendi kendini koruyacaksın” demişti. Benimse bütün bildiğim hastalığının birden daha kötüye gittiği ve artık kendine bakamayacak hale geldiğiydi. Tam zamanlı bir hemşire tutacak ya da onu bir özel kliniğe yatıracak paramız yoktu. O yüzden ben onun tam zamanlı hemşiresi oldum. Nasıl anneniz sizi yıkadıysa, bezini değiştirip sizi beslediyse; ben de bunu kendi annem için yaptım. Uzun zaman okula gitmedim. Şimdi düşünüp bakınca, zannediyorum bu beni hayata hazırladı. İnsanlar 70 kiloluk hareketsiz bir bedeni banyodan yatak odasına taşımanın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorlar.
Ölümün anneme nasıl geldiğini gördüm. Bunu kolayca söyleyebilirdiniz.
Bir gün, polisler bir uyuşturucu baskınında evimize geldiler. Annemin durumunun ne kadar kötü olduğunu gördüler ve onu hastaneye götürdüler. Oradan özel bir kliniğe transfer edildi. Ve bir daha hiç çıkmadı. Sonra evimizi kapattılar. Eve girip en ufak bir şeyimizi alma şansımız bile olmadı. İki hafta sonra, evi tamamen yıktılar. Enkazdan başka bir şey kalmamıştı.
Ben 14 yaşında yetişkin oldum.
Gidecek hiçbir yerim yoktu. Annem gitmişti. Evimiz gitmişti. Yaşanabilecek en iyi koşullar değildi belki ama, sahip olduğum tek evdi. Bana kimse sabah uyanıp okula gitmem gerektiğini söylemedi. Eğer istersem bütün gün uyuyabilirdim. Kendi kendime düşündüğümü hatırlıyorum: iki seçeneğim vardı. Ya burada , köşede durup uyuşturucu satabilirdim, ya da 4 yıl daha sabredip 18 ime kadar hayatta kalmanın bir yolunu bulup orduya yazılabilirdim. WNBA rüyam yoktu. Üniversite ve basketbol hayallerim bile yoktu.
Filmlerde bu noktada , parlak Baba gelir ve günü kurtarır, ben de güzel bir mahallede yaşamaya başlarım ve yeni Nike ayakkabılarım olur. Gerçekte ise sadece sırt çantamdakilerle her yıl bir duraktan başka bir durağa geziyordum. Farklı insanlar beni belirli bir süre için birkaç hafta misafir ettiler. Bana mahalle baktı. Abim basketbol ayakkabılarım olduğundan emin olmak için arada yoklardı. Tanya ise kıyafetlerimin olduğuna emin olmak için yoklardı, mağaza hırsızlığı yapmak zorunda kalsa bile.
Hayatımdaki sabitliğe en yakın şey AAU(Amatör atletizm birliği) idi. Ben Boo Williams takımında oynamıştım. (Boo AAU için bir efsane gibidir.) İlk maçımda , gerçekten sadece bir sayı atabilmiştim. Maçlarda herhangi bir oynama şansı bulmam çok uzun zaman aldı. Ama Boo hep bana şans verdi. Ve biz Disney World’deki Küçükler ulusal turnuvasına gittiğimiz zaman, her maç neredeyse 40 sayı atıyordum. Annemin birinci ölüm yıldönümüydü. Bu bana sanki her şeyin yoluna gireceğinin bir işareti gibi gelmişti. Sanırım bazı şeyler gerçekten film gibi.
Turnuvadan sonra Georgetown’dan mektuplar almaya başladım. Hala bir evim yoktu ama sonunda bir şansım varmış gibi hissediyordum. Çünkü eğer profesyonel olarak basketbolu başaramazsam, Georgetown mezunu olarak iyi bir iş bulabilirdim.
İşte bu yüzden bu hikayeyi size anlatıyorum. Bazı insanların nereden geldiğimi anlamayacaklarını biliyorum. Yoksulluğu okuyarak ya da televizyonda görerek anladığınızı sanabilirsiniz, ama ne kadar karışık olduğunu gerçekten yaşamadan anlayamazsınız.
Georgetown’ın tarihindeki en skorer oyuncu oldum. WNBA e gittim, hatta profesyonel olarak deniz aşırı ülkelerde oynama şansı buldum. Ve bu çok havalı ancak “başarabilmenin” tek yolu bu değil.
Benim geldiğim yerde başarabilmek liseden mezun olmak, bir işe girmek ve faturalarını ödeyebilmek manasına gelebilir. Üniversiteye gidebilmek anlamına gelebilir. Kamu konutlarından taşınıp, kendi çocuklarına bir oda verebilmek anlamına gelebilir. Bir çok farklı şey manasına gelebilir.
Benim için, Georgetown’a gitmek ve farklı bir dünya görmekti. İlk hafta kafeteryaya gidip hamburger ve tavuk kızartmalarını yerken ne kadar mutlu olduğumu hatırlıyorum. Her akşam ne istersem yiyebilir miyim? Diğer öğrenciler kafeteryaya aşağılık gözle bakarlardı. Her akşam dışarıdan yiyebilecek paraları vardı. Ama benim için, inanılmaz bir şeydi. Deplasmana gittiğimizde en havalı restoranlarda yiyebiliyorduk. Ve her sefer tavuk kızartmalarıyla patates söylüyordum. Bir gün Koç yanıma gelip: ”Tatlım, artık başka bir şey denemelisin.” Dedi.
Ve ben de, “Koç, bildiğim tek şey bu Kalamarın ne olduğunu bile bilmiyorum. “ dedim.
Sonra denedim, ve çok lezzetliydi. Ama böyle yemeye alışkın değildim. Ben hayatta kalmak için yemeye alışkındım. Benim için inanılmaz, gözlerimi açan bir tecrübeydi. Daha önce dediğim gibi; ne görüyorsan, onu biliyorsun.
Georgetown’daki profesörler ve koçlar benim doğru yolda gittiğimden emin olmak için benimle çalışırlardı, ve ilk zaman onlara çekinerek ve dikkatli yaklaştığımı anımsıyorum. Onlara güvenmiyordum. “Bundan onların çıkarı ne, ne için benimle ilgilenmek istiyorlar?” diye düşünüyordum.
Birbirinin üstüne basmak. İşte dünyayı böyle görüyordum.
Ama yavaşça, benim için en iyisini istediklerini görmeye başladım. Sonra, bütün dünyam aydınlandı.
Beni hala başarabildiğimi, üniversite derecemi alabildiğimi ve çok sevdiğim basketbolu oynayarak hayatımı kazandığımı görmek büyülüyor.
Ama hala eski mahallemi sık sık ziyaret etmeye çalışıyorum, çünkü mahallemi seviyorum. Başımı sokacak bir çatı bile yokken, bana sahip çıkan mahallemi. Ne zaman geri gitsem, bütün çocuklar etrafıma doluşup:” Üniversiteye gitmek nasıl? Madison Square Garden’da oynamak nasıl bir şey? Lebron ‘u tanıyor musun?” diye soruyorlar. Ben o döngüyü kırabilmeyi başarabilmiştim ve şimdi onların ben onlarla aynı noktadayken bakabilecekleri bir modelleri olmuştu. O çocukların başardıklarını ve inandıklarını görmek istiyorum. Benim onlara mesajım hayatın bir peri masalı olmadığı. Kötü geçecek günler olacak. Ama her zaman gülümsemeye devam etmeniz ve unutmanız gerekiyor.
Her zaman bir çıkış vardır.
Bu yaz Tanya’nın küçük oğlu beni New York’a ziyarete geldi. Soygun olduğundan beri uyumakla ilgili çok sıkıntı çekiyordu. O yüzden biz de onun için biraz yer değişikliğinin ve hayatın başka bir yerde nasıl olduğunu görmesinin iyi olabileceğini düşündük . Ona Liberty’deki koçumun Bill Leimbeer olduğunu söylediğimde kim olduğunu bilmesini beklemiyordum. Daha 10 yaşında! O ise,” aman Tanrım The Bad Boy Pistons!” dedi. (79-94 yılları arasındaki efsane Bad Boys ekolü)
Şimdiki çocuklar, ellerindeki Iphone’larıyla küçük tarihçiler gibiler. Bütün Youtube’daki en önemli anları görebiliyorlar. O da, Bill ile tanışmalıydı, dünyada en havalı olduğunu düşündüğü şeyi yapmalıydı.
Sabahları antrenmana giderken, “tamam, ben işe gidiyorum.” Derdim.
O da, “ Bu iş değil ki, sadece basketbol oynayacaksın!” derdi.
Ama yaz devam ettikçe bu işin ne kadar bağlılık ve çaba istediğini gördü. Başka bir yaşam biçimi gördü. Yaz sonunda, “ Georgetown’a gidip top oynamak istiyorum! North Carolina’ya gitmek istiyorum!” diyordu.
Sonunda, evine geri gitmek zorundaydı. Arkadaşlarına geri dönmek. Etkilendiği şeylere geri dönmek. Ona doğruyu söyledim. Ona karşı açık olduk. Ona, benim de geceleri korktuğumu söyledim. Geceleri televizyon açık uyuduğumu, endişelerim olduğunu. Ama ona kızgın olamayacağını söyledim. Yapabileceğin tek şey gülümsemek ve devam etmek. Sadece ilerlemek. Nerede bitebileceğini hiçbir zaman bilemezsin.