İlk izlediğim savunma sanatları filmi, “Beş Ölümcül Zehir” adlı Çin yapımı eski bir filmdi. Yedi yaşındaydım. Babam ve ben oturma odamızda, televizyon karşısında yerde oturuyorduk.
Film eski bir kung-fu ustası ve öğrencisiyle başlıyordu. Bir mağara ya da bir eski bir tapınakta, Çin’deler ve bir ateşten çıkan duman yükseliyor. Öğrenci, ustanın banyosu için suyu ısıtıyor. Usta ise yaşlı ve ölmek üzere. Son bir dileği var. Öğrencisine bir göreve gitmesini ve eski beş kötü yola sapmış öğrencisini yenmesini öğütlüyor. Kötü adamlardan her birinin bir hayvanla özdeşleşmiş eşsiz bir dövüş stili var: Kırkayak, kertenkele, akrep, yılan ve kara kurbağası. Her birini yenmek için, usta öğrencisinin bütün eşsiz dövüş tekniklerini öğrenmesi gerektiğini açıklıyor.
Çocukken, bu tür filmler kafamda çok dolaşırdı. Bütün diyalogları her zaman takip edemezdim ama bunun bir önemi yoktu. Onları sadece seviyordum. Filmlerin dublaj olduğu gerçeği bile benim için çok havalıydı. Bu yabancı dünya hakkında daha çok bilmek istiyordum, duvarların yanlarında yürümeyi bilen ve tahta kapıları alınlarıyla kıran adamlar hakkında. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim. Sanki çok fazla … kontrolleri var gibiydi.
Ben bir kung-fu evinde büyüdüm. Ta ki yeterince büyüyüp başka evlerdeki yemek masalarında Shaolin Tapınağı ya da Jackie Chan konuşulmadığını keşfedinceye kadar.
Kung-fu filmleri izlemenin en güzel yanı, babamla gelişen sohbetlerimizdi. Filmleri hiçbir zaman sadece eğlence olsun diye izlemedik.
“Dengesinin ne kadar iyi olduğunu görüyor musun?” abam bu tür meselelerde pür dikkat kesilirdi. Her şeyin potansiyel bir dersi vardı.
En çok dövüş sahnelerinden hoşlanırdım. Bruce Lee’den çok konuşurduk. Babama bazen Bruce Lee sahnelerini geriye sarmasını rica ederdim, hareketlerini tekrar ağır çekimde izleyebilmek için. Bruce iki mınçıkayı sanki vücudunun birer parçalarıymış gibi çevirirdi.
Babam beni sadece dövüşmekten daha fazlasına cesaretlendirdi.
“Ayaklarının çalışmasına bak.” derdi. “Sabrına bak.”
Televizyona iyice yaklaşır ve ekranı parmağıyla işaret ederdi.
“Düşmanını yenmek için aklını nasıl kullanıyor, izle.”
Babam Bruce Lee’nin küçük olduğuna dikkat çekmeyi severdi. Kesinlikle güçlüydü, ama insanları kaslarıyla yenmiyordu. Babamı heyecanlandıran şey savunma sanatlarının akılsal gücüydü.
Meditasyon yapmayı öğrenmek benim en eski hatıralarımdan biri. Üç ya da dört yaşındayken başladım. Demek istediğim, meditasyon yaptığımı bilmiyordum. Sadece babamın icat ettiği tuhaf oyunlardan birisi olduğunu düşünüyordum. Koltuğa oturur ve durabildiğim kadar durmaya çalışırdım. Çok zor değildi. Sonra babam beni güldürmeye çalışırdı. Komik suratlar yapar ve benim dikkatimi dağıtmaya çalışırdı. Benim kontrolde kalmam ve tepki vermemem gerekirdi -o orada yokmuş gibi davranmam. Esas amaç ise o orada yokmuş gibi davranmak değildi. Aklımı berraklaştırmak ve etrafımda bütün olup biteni algılamaktı.
Büyüdükçe, daha da iyi oldum. Zorluğu halka açık yerde, bir park bankında ya da gürültülü bir restoranda meditasyon yaparak arttırdık. Aklımı sadece iki dakikalığını berraklaştırsam bile sanki kimsenin görmediği özel bir kas geliştiriyor gibiydim. Aslında bilmeden, antrenman yapıyordum.
Basketbol, benim ilk aşkım. Ben Kitchener, Onatario’da büyüdüm, Toronto’un arabayla bir saat uzağında küçük bir şehirde. Bazı insanlar Kitchener’ı eski ağırlık kaldırıcı Lennox Lewis’ten bilirler. Tabii hokey de orada büyük bir olaydır. Orası Kanada. Hiçbir zaman kayamazdım ama okulda hokey oynarken kalecilik teklifleri alırdım. (Bayağı iyiydim.) Bana göre ise adımı her zaman çağıran basketboldu. Elinde her zaman bir top olan çocuk olarak bilinirdim. İlkokulda okula giderken yanıma bir top alır ve bacaklarımın arasında hep sektirirdim. Sonra aynısını eve dönüşte de yapardım. Bazen bir topla bile uyuduğum olurdu. Parmağımda top çevirmeyi öğrendiğim zamanı çok iyi hatırlıyorum-annem bu hikayeyi çok sever- çünkü mutfakta öğrenme sürecinde birkaç bardak kırmıştım.
Babam her zaman basketbol çalışmalarımızda küçük bir kung-fu koyardı. “Bu göz bağını oyununla birleştir” derdi. Biz de evimizin arkasındaki dışarı sahada oynardık.
Saha gerçekten sadece bir pota ve bir avuç çimden ibaretti. Orada o kadar fazla oynamıştım ki, saha tam bir kirliliğe dönüşmüştü. Kendi üç sayılık çizgimi bile yapmıştım, ölçer ve çubuklarla işaretlerdim. O sahayı çok seviyordum.
İlk önce, bu kung-fu göz bağını sevmemiştim.
“Bunu ne için yapıyoruz baba?” diye söylenirdim. Başka kimse bu göz bağı alıştırmalarını babasıyla yapmak zorunda kalmıyor derdim.
“İşte kontrolde olmadığın zaman böyle hissettiriyor.” diye bana cevap verirdi. “Kör olarak oynuyorsun.” Bir kung-fu filmi gibi duyuluyordu. Bu göz bağının sadece bir sürü atış denemesinden daha iyi olduğunu göremiyordum.
O yüzden, ben de o ‘kör’ atışları babam kulağımda yankılanırken atardım. Birbiri ardına. Babam kulağımın tam yanına gelirdi, kafamın içine girmek için.
“Belki de hazır değilsindir!”
“Bırakma zamanı!”
“Elendin. Bittin.”
Bazen topu sadece havaya dikerdim, ama çoğunlukla potanın kenarına çarpardı. Çoğu potadan girmiyordu bile.
Çat. Çat. Çat.
Bazen babam topu bir dakikalığını havada tutup, beni bekletirdi.
Bana göz bağını çıkarttırıp , gözüm açık birkaç tane atış attırırdı. Sonra, tekrar göz bağımı taktırırdı ve tekrar garip hissederdim. Bütün atışlarımın mekaniğini gerektiren bütün kaslarımı hissetmeye çalışırdım. Daha fazla yaptıkça, gözlerime güvenmemek daha konforlu olmaya başladı. Liseye kadar, göz bağlı atışlardan yüzlerce çalışmıştık. O zaman, babam dikkatimi dağıtmaya çalıştığında sadece vaktini harcıyordu. Çünkü aklımda potayı görebiliyordum.
Islık. Islık. Islık.
Büyüdükçe, babamın akılsal disiplini gittikçe daha da az garipleşmeye başladı. Onuncu sınıftayken, yarı final maçıma arabayla gittiğimi hatırlıyorum. Babam içinde bütün takım arkadaşlarımın olduğu bir sprinter minibüs kullanıyordu, ben de arka koltuktaydım. Müzik bangır bangırdı ve çocuklar etrafta şakalaşıyorlardı. Hepimizin sinirleri o minibüste ele avuca sığmıyordu.
Yolun yarısında, babam arkasına döndü ve bana bir bakış attı.
“Kendine gel ve odaklan.”
Sadece benim duyabileceğim yükseklikte söylemişti.
Gözlerimi kapadım. Araba yol boyunca patlıyor gibiydi. Takım arkadaşlarım hala şarkı söylüyor, bağırıyor, kendi olaylarını yapıyorlardı. Konsantre olmak için en iyisini denedim. Ayakkabımı bağlamayı, üniformamı giymeyi, koçun maç öncesi konuşmamı düşündüm. Sahaya doğru adım atmayı ve ışıkların ne kadar parlak olabileceğini hayal ettim. Birinin kalabalıktan bana bağırdığını hayal ettim. Topun ilk atış sıçrayışımda nasıl hissettireceğini öngörmeye çalıştım. Onların en iyi oyuncularını görebiliyordum, bizim keşfettiğimiz bir adamı, onun harekete geçebileceği hareketlerin üstünden geçiyordum.
Sonra minibüs bir durakta sarsıldı ve arenaya geldiğimizi fark ettim. Gitmeye hazırdım.
Birbirine çok yakın bir maç olmuştu. Bitime 40 saniye kala, üçlük bir atışla maçı berabere getirmiştim. Öbür takımın morali bozuldu ve iki tane serbest atış kaçırdılar. Sıra bize geçtiğinde ise biz kaçırdık ve onlar topu geri aldı. Öbür takım beş saniye kala mola aldı ve maç berabereydi.
Geriye dönüp bakınca, ne kadar sakin olduğumu düşünüyorum. Aklım yarışmıyordu. Odaklanmış hissediyordum. Onlar topu dışarıya çıkardıklarında, ben zıplayıp, çizgiyi geçip topu çalmalıydım. Sadece birkaç saniye kala, sahanın öbür yarısından topa yetişmek zorundaydım. Nasılsa, bir şekilde, topu tam düdük çaldığında potaya soktum. Şehir finallerine gitmiştik.
O kazandığımız maçın gerçek sebebi bence benim son dakika sayım değildi. O atışı yapmak güzeldi ama ben daha çok o topu çalmakla gurur duyuyordum. Tam doğru zamanda kilitlenmiştim.
Rupp Arena’daki maçlar öncesi aklımı berraklaştırırdım. Her şeyin tadını çıkarmak istiyordum: Deli öğrenci bölümü, mezunlar, kombine taraftarları, her yer beyaz ve mavi. Kentucky taraftarları bir sonraki düzeyler. Kanada’da basketbol gittikçe popülerleşiyor ama Kentucky taraftarlarının damarlarında özel bir Wildcat mavisi akıyor. Bütün bunlar olurken, aklınızı berraklaştırmak her zaman o kadar kolay olmuyor.
Koç Cal ve Koç Payne, Kentucky’e gelmemin büyük sebeplerinden birileri. Onların açıklığı, koç takımıyla iletişim kurmamı gerçekten kolaylaştırdı. Bir sürü insan sadece televizyonda gördüğü adamları biliyor. Koçlar olarak, onlar bazen eğlenceli aynı zamanda da ciddi olabiliyorlar. Onların ritmi neşeli ama aynı zamanda ihtiyaç duydukları iş de bu. Her şeyin dışında, bizi bir aile yaptılar.
Lexington bu sene benim ikinci evim oldu. Program, hepimizi bir aile gibi hissettirmek adına harika. Beni destekleyen bütün Kentucky taraftarlarına; sizin önünüzde oynamayı çok sevdim. Sizin enerjinizden beslendim. Kalbimin en derinliklerin teşekkürler.
Gerçekten takım arkadaşlarımı ve geleneklerimizi özleyeceğim. Bu sene bir Ohio State maçı boyunca, bir üçlük atmıştım ve D’ye doğru koşuyordum. Yedeklere baktığımda takım arkadaşım EJ, bir ok ve yayı vururmuş gibi işaret yapıyordu. Bir sonraki üçlük atışımda, onun yaptığını kopyaladım. Bir oku geriye çekiyormuş gibi sağ elinizi yayda dolaştırıp, sonra oku bırakıyorsunuz. Bütün yedekler kulübesi ne zaman bir üçlük atsak bu hareket yapmaya başlamıştı. Yeni bir gelenek, bir takma ad doğmuştu.
Gelecek sene kesinlikle takımı ve başarılarını takip edeceğim. Büyük başarılar elde edeceklerini ve yeni gelenekler icat edeceklerini biliyorum.
NBA draft’ına ilerlerken, orasının koca bir bilinmez olduğunun farkındayım. Her şeyi kontrol edemeyeceğimi biliyorum. Yine de fiziksel oyunum kadar, akılsal oyunuma da sadık kalacağım. Kritik anda, öbür takımın en iyi oyuncusunu ben savunmak istiyorum. En son topu ben atmak istiyorum.
Göz bağıyla ya da değil, bir sonraki turnayı gözünden vurmayı iple çekiyorum.
- Jamal Murray’nin The Players Tribune için kaleme aldığı yazının orjinaline bu bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.