Rekorlar, Kıyaslar, Bakış Açısı ve LeBron James

Lebron James’ten nefret ediyorum.

Sporun her alanında, el attığı her işte, bir şekilde muadillerinden daha başarılı veya daha akılda kalıcı olmayı becerebilen, insanlara yazıyla hitap etme konusunda edebi bir eğitim almamış olmasına rağmen üst düzey olan, becerikli ve yetenekli bay Bill Simmons’ın dört sene önce çıkardığı The Book of Basketball kitabında iddia ettiği bir şey vardı. Bir öngörü. Ona göre birazdan alta sıralayacağım on maddenin hiçbirisi, yazdıktan sonraki senelerde, asla ve asla kırılamayacak rekorlardı. Bir bakalım;

  1. Wilt Chamberlain’in bir sezon boyunca 50 sayılık ortalama yakalaması.
  2. Yine Wilt’in 55 ribauntluk maçı.
  3. Russell’ın 11 yüzüğü.
  4. ’72 Lakers’ın 33 maçlık galibiyet serisi.
  5. George McGinnis’in bir sezonda 422 top kaybı.
  6. Wilt’in 100 sayılık maçı.
  7. Chicago’nun 72 galibiyetli sezonu.
  8. Scott Skiles bir maçta yaptığı 30 asist.
  9. Rasheed Wallace’ın bir sezonda 41 teknik faul alması.
  10. Jose Calderon’ın 2009’da sadece üç serbest atış kaçırması (%98.1 isabetle bir rekor).

Yalan olmasın, bunların hepsinin asla ve asla kırılamayacağını düşünmüyor Bill Simmons. İlk beşinin kırılmasının imkansız olduğunu ama sonraki beşinin çok çok düşük bir ihtimalle gerçekleşebileceğini belirtiyor. Ben açıkçası Chicago’nun 72 galibiyetli sezonunu da ilk beşin yanına eklerdim. Birkaç gerekçem var ama konumuz bu olmadığından uzun uzadıya bahsetmek istemiyorum. Yine de ufak bir kıyas yapmadan duramayacağım. 2007’de Boston Celtics, Paul Pierce-Ray Allen-Kevin Garnett üçlüsünü bir araya getirdi. 2010’da Miami Heat Lebron James-Dwayne Wade-Chris Bosh üçlüsünü kurdu. Celtics’in üçlüsünden en bariz farkları, üç oyuncunun da kariyerinin zirvesine henüz gelmemiş olmasıydı. Son olarak 2012’de Los Angeles Lakers, süper yıldızı Kobe Bryant’ın yanına yaşı geçmiş ama hala belli bir standardın üzerinde oynayabilen Steve Nash ile franchise’ın Kobe’den sonraki yeni yüzü olabilecek potansiyelde, gerçeküstü vucüt hatlarına sahip olan, süper atletik pivot Dwight Howard’ı takıma kattı. 2012 Lakers’ının, 2010 Heat’i ve 2007 Celtics’inden en büyük farkı ise yardımcı iki oyuncularının (Metta, Gasol) bu iki takımın oyuncularından (Rondo, Perkins / Arroyo, Joel) bir veya iki kademe daha yetenekli veya üstün olmasıydı. Bu üç takım da kurulduğu andan hemen sonra, daha parkeye adım atmadan, tek bir pre-season maçı dahi oynamadan, o senenin şampiyonu olarak ilan edildi. Bununla da kalmadı, üç takımın da Chicago’nun 72 galibiyetlik rekor sezonunu egale edebileceğini ve hatta kırabileceğini söylediler. İç basın, dış basın, hatta bazı rakip oyuncular veya koçlar. Neler olmuş bir göz atalım;

  • 07-08 Celtics: 66 galibiyet-Şampiyon.
  • 08-09 Celtics: 62 galibiyet-Doğu yarı finali.
  • 09-10 Celtics: 50 galibiyet-NBA finali.
  • 10-11 Celtics: 56 galibiyet-Doğu yarı finali.
  • 11-12 Celtics: 39 galibiyet (66 maç)-Doğu finali.
  • 10-11 Heat: 58 galibiyet-NBA finali.
  • 11-12 Heat: 46 galibiyet (66 maç)-Şampiyon.
  • 12-13 Heat: 66 galibiyet-Şampiyon.
  • 12-13 Lakers: 45 galibiyet-Batı ilk tur.

Önümüzdeki seneden itibaren daha güçlü takımlar kurulabilir. Bilemeyiz. Çünkü lig öyle bir hal aldı ki süper yıldız kaprislerinden oynanan basketbola konsantre olamıyoruz. Her biri, bir diğerinden görerek yanına ekstra bir süper yıldız daha istiyor. Salary cap ve draft sistemleri bile dengelerin sabit kalmasına engel olamıyor. Birkaç sene sonra lig beş tane allstar takımı ve yirmi-beş tane lotarya takımından oluşabilir. Yine de 72 galibiyet almak… Sanırım lig, oynanan maç sayısını 90’a çıkarmadıkça imkanı yok.

Konumuza gelelim. Bu asla, asla kırılamayacak rekorlardan bir tanesi bu sene az kalsın tarih oluyordu. Miami Heat sezon içinde tam 27 maç boyunca kazanmayı başardı. 27 Mart 2013’te bu rekoru reddeden Chicago Bulls’a şükürler olsun ki ’72 Lakers’ın 33 maçlık rekoru kendisinde kaldı. Hayır, gerçekten. Heat’in önünde öyle bir fikstür vardı ki, eğer Chicago’yu o gün orada devirmeyi başarsalar, iki maç sonra Spurs’ü de Texas’ta yendikleri takdirde rekorun 43 maça çıkacağı konusunda (Milwaukee ile playoff’ta oynanan ilk dört maçı da hesaba katıyorum, ironik olarak seriyi bitiren takım yine Doğu yarı finali ilk maçında olmak üzere Chicago Bulls. Bu sefer United Center’da değil farklı olarak.) hemfikirizdir diye düşünüyorum.

Bu 27 maçlık seri boyunca Lebron James’in kabataslak istatistikleri maç başına 27 sayı, 8 asist, 8 ribaunt, ve %58 şut yüzdesi. Bunlar insan istatistikleri değil. Bunlar Man of Steel’in bile becermekte zorlanabileceği sayılar. Lebron sene boyunca inanılmaz bir oyun ortaya koydu ve son beş senesindeki dördüncü (araya karışan isim Derrick Rose, ve yine Chicago Bulls) MVP ödülünü kazandı. Üstelik çaylak sezonunu saymazsak kariyerinin en düşük ikinci sayı ortalamasıyla (26.8) oynayarak bu kadar büyük bir etki bırakmayı başardı. Bunun altında yatan iki neden var: (1) istatistiklerle açıklanamayacak, oyunundaki gelişimi ancak izleyerek anlayabileceğiniz şeyler, oyunu okumada Larry Bird/Magic Johnson seviyesini erişmesi gibi, (2) şut seçimi ve şutunun gelişmesi, .565 şut isabeti, .406 üçlük isabeti, ve ikisi de kariyerinin en yüksek rakamları.

İnsanların Lebron James’ten bu denli nefret etmesinde belli başlı sebepler var. Bir süper yıldız olması bunca kişinin ondan nefret ediyor olmasına yeterince açıklayıcı bir sebep zaten ama ondan nefret etmek için her seferinde farklı bir olay bulabiliyorsunuz. Tabii ki “The Decision” bunların başında geliyor. Ben hala Lebron’un Cleveland’ta kalmış olsa bile 2013 yılına geldiğimizde en az bir yüzüğü olacağını iddia ediyorum. Belki iki yüzüğü olmayacaktı ama bir tanesine garanti veriyorum. Neden mi? Çünkü Lebron James, kendi eksiklerini okuyup, hatalarını daha az yapacak kadar ve kendi artılarının üzerine daha fazla gidip, daha çok çalışıp doruğunda bile olsa kendini geliştirebilecek kadar akıllı bir adam. Yani bunlar için Pat Riley’e, Dwayne Wade’e ve Chris Bosh’a, ve hatta hakkını yemeyelim Erik Spoelstra’ya ihtiyaç duymayacak kadar güçlü bir kişilik. Şimdi hafıza tazelemek için Lebron’un son dört sezonunun istatistiklerini paylaşacağım;

  • 09-10 Cleveland: 29.7 sayı, 8.6 asist, 7.3 ribaunt, .503 isabetle 20.1 şut denemesi, .333 isabetle 5.1 üçlük denemesi.
  • 10-11 Miami: 26.7 sayı, 7.0 asist, 7.5 ribaunt, .510 isabetle 18.8 şut denemesi, .330 isabetle 3.5 üçlük denemesi.
  • 11-12 Miami: 27.1 sayı, 6.2 asist, 7.9 ribaunt, .531 isabetle 18.9 şut denemesi, .362 isabetle 2.4 üçlük denemesi.
  • 12-13 Miami: 26.8 sayı, 7.3 asist, 8.0 ribaunt, .565 isabetle 17.8 şut denemesi, .406 isabetle 3.3 üçlük denemesi.

Şimdi de Grantland’in değerli CourtVision yazarı Kirk Goldsberry’nin infografiklerine bakalım;

last-year

 

first-year

 

second-year

 

third-year

 

Elbette daha az şut kullanmasındaki sebeplerin başında Wade ve Bosh geliyor. Ama bu daha az şutları, daha değerli biçimde uygulaması tamamen kişisel gelişimle alakalı. Ben onun buna Cleveland’ta da erişeceğini bu yüzden düşünüyorum. Lige girdiğinden beri kendisine “King” lakabıyla hitap edilmesini istedi. “Chosen one”’ı ön plana çıkardı. İlk başlarda kulağa hoş geliyor ve kendini güvende ve mutlu hissettiriyordu ama zamanla, yüzük her bir yıl daha geciktiğinde günümüz medyasının da acımasızlığı ve internetin bu denli hayatımızda ön planda yer edinmesiyle, kendisinin taktığı bu lakapların omuzlarında büyük bir yük olmasına engel olamadı. Halbuki Cavs’ten ayrılmaya karar verdiğinde henüz ligdeki yedinci sezonuydu ve yaşı 25’ti. Jordan ilk şampiyonluğunu yedinci sezonunda almıştı fakat yaşı 27’ydi. James’in bu kadar acele etmesine gerek yoktu. Cleveland elbet ona uygun bir kadro kurabilirdi ve kendisinin de kendini yeniden keşfetmesi, olgunlaşması ve gelişimini tamamlamasıyla Cleveland’ta da yüzüğe erişebilirdi. Kolay yolu tercih etti. Reservoir Dogs’taki Mr. Pink olmayı seçti. Bunu da reality show tadında gerçekleşen bir programla açıklayıp doğup büyüdüğü şehirdeki insanları hayal kırıklığına uğratınca çoğunluğun nefretini topladı. Bütün bunları yaptığı için ondan nefret edebilir miyiz? Sanırım. Peki bu onun oyunun gelmiş geçmiş en iyi birkaç oyuncusundan biri olduğu gerçeğini değiştirir mi? Hayır.

Bakış açısı, insan yaşamındaki en underrated olgulardan biridir. Aynı zamanda en önemli olması gereken şeylerden de biri. A oyuncusu NBA Finalleri 6. maçında 32 sayı, 11 asist ve 10 ribauntla oynamıştır ama maç sonrasında birçok kişinin negatif eleştirisinden kurtulamamıştır. B oyuncusuysa aynı maçın son dakikalarında, öne çıkması gereken yerde, iki top kaybı yapmış, dört kritik üç sayılık denemesinden üçünü kaçırmış ama yine de birçok kişiye göre maçı takımına kazandıran isim olmayı başarmıştır. C oyuncusu ise 5.2 saniye kala eli titremeden üçlüğü gönderip maçı uzatmaya taşımış ve takımı yenildiği takdirde şampiyonluğu kaybedecek durumdayken takımının kazanmasındaki en önemli şutu gönderip seriyi beraberliğe taşımış, bir sonraki maçın sonunda da şampiyonluğa ulaşmıştır. Oyuncuları tanımlayalım; A ve B aynı isim, Lebron James. C’yi biliyoruz, Ray Allen. Lebron James o maçın son dakikalarında baskı altında kötü tercihler kullandı ve kötü şutlar attı. Bu onun son dakikalarda çaresiz kaldığı ilk maç değildi, son maç da olmayacak. Takımın lideri her zaman takımını taşıyamaz, bazen de rol oyuncuları liderini taşımak zorundadır. John Paxson’ın ’93 Finalleri’nde meşhur üçlüğü girmeseydi Jordan’ın ne gibi eleştirilere maruz kalacağını bir düşünün. Veya yakın tarihten Sasha Vujacic’in 2010 Finalleri 7. maçının sonunda iki serbest atışını da kaçırdığını ve hemen ardından Celtics’in üçlükle öne geçip Larry O’Brien’a ulaştığını hayal edin. Berbat bir yedinci maç çıkaran Kobe Bryant nasıl da yerden yere vurulurdu. Gelmiş geçmiş en ulu oyuncu da olsanız takım arkadaşlarınız olmadan bir hiçsinizdir. Bu, yıllardan beri böyle.

Şimdi 1989’a gidelim. Doğu ilk turunda 47 galibiyetli underdog Chicago, 57 galibiyetli favori Cleveland karşısında. Chicago sahasında dördüncü maça 2-1 önde çıkıyor. Kazanırsa rakibini eleyip (ilk turun 5 maç üzerinden oynandığı zamanlar) bir üst tura çıkacak. Michael Jordan için ofiste sıradan bir gün (14/28 ile 50 sayısı var, aslında epey zorlandığı bir maç oldu. İlk yarıda yanılmıyorsam 11-12 denemede 2 isabeti vardı. Ama bol bol faul çizgisine gitti, 22/27 attı). Normal sürenin sonlarına doğru Jordan bir serbest atış kaçırdı. 2/2 atmış olsa maçı kazanacaklardı. Sonra eline bir imkan daha geçti. Son topu o kullanacaktı, kaçırdı. Maç uzadı, ilk dakikalarda saçmasapan bir şekilde potaya yüklendi, sonuç yok. Şut kullanması gereken bir yerde topu Cartwright’a indirdi, Bill blok yedi. 46 saniye kala iki farkla geriye düştüler, Ehlo’ya topu kaptırdı. Mark Price boşta kalan topun kontrolünü sağlasa boş turnikeyle maça Cleveland adına noktayı koyacaktı. Yine de maçı Cavs kazandı. Seri Cleveland’a, son maça taşındı.

Triple-double yaptığı maçta maç sonunu iyi oynayamayarak takımına maçı kazandıramayan (Ray Allen kazandırmış olarak varsayıyorum) Lebron James ve 50 attığı maçta maç sonunu iyi oynayamayarak takımına maçı kazandıramayan Michael Jordan. Peki şimdi iki serinin de bu maçlarda noktalandığını düşünelim. San Antonio şampiyon oldu ve Bulls, Cavs’i dört maç sonunda eledi. Neyi kaçıracaktık? Lebron James’in ve Michael Jordan’ın kendilerini yeniden ispat etme fırsatlarını. Ve ettiler de. Kobe Bryant’ın dahi aşırı konsantrasyon ve gerginlikten oynayamadığı (Celtics’e karşı 11’i faul çizgisinden gelen 23 sayı atmıştı 6/24 isabetle) yedinci maçta Lebron James 12/23’le 37 sayı gönderdi, 5 üçlük isabeti buldu, 12 ribaunt çekti, 4 de asist yaptı ve Kawhi Leonard’ın üzerinden dagger’ı gönderdi. Michael Jordan ise 17/32 ile 44 sayı buldu, 9 ribaunt, 6 asist ve tabii ki hepimizin aşina olduğu Ehlo’nun üzerinden meşhur game-winner’ı.

İnsanlar Kobe Bryant’ın, James’in altıncı maç sonunda yaptıklarını asla yapmayacağını söylüyorlar. Asla o top kayıplarını yapmazdı, doğru şutu bulur ve isabet kaydedip takımına maçı kazandırırdı diyorlar. Ancak aynı insanlar ikisinin NBA Finali yedinci maçı performanslarını kıyaslamıyor. Belki ikinci yüzüğünü kazandıktan sonra herkesin önünde yaptığı konuşma, belki kayda alıp internete verdiği video, belki de Sport Illustrated’a verdiği röportajda dagger’ı hakkında; “Bunun, MJ’in ’98 Finalleri’nde gönderdiği şut kadar önemli bir şut olmadığını biliyorum, ancak kesinlikle onu düşündüm. Bu bir MJ anıydı. Bu bir LJ anıydı.” sözleri Lebron’dan nefret etmemize sebep olabilir. Bunu anlayabilirim ve bu zaten bizim doğal hakkımız. Ancak onun oyununa yersiz eleştiriler yapmak, parke içinde %100’ünü verdiği her maçta negatif perspektifle bakarak onu yargılamak, “Jordan asla böyle sinmezdi” gibi gereksiz kıyaslamalar içerisine girmek… Sanki oyundan zevk almaya çalışırken ona da hakkını vermeyi başarırsak her şey daha oturaklı olacak gibi.

Lebron James’ten nefret ediyorum. Ve o, oyunun gördüğü gelmiş geçmiş en iyi birkaç oyuncudan biri.

Yücel Özmetin – twitter.com/beercholic

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

İlgili Haberler